Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Böyle buyurdu Meytuşelam


Zayıf
Toplam oy: 1435
Kurt Vonnegut
April Yayıncılık
Vonnegut'a göre mezun olmuş bir genç, bilgi lokmasını çoktan yuttuğundan, artık Cennet'ten kovulmuş bir Adem ya da Havva'dır. Bilgi ve can sıkıntısıyla "lanetlenerek" gerçek dünyaya "sürülmüştür."

Kurt Vonnegut, 1960'ları etkisi altında bırakan özgürlük hareketinin, yazar kontenjanından bir temsilcisi. Kitabı yasaklanan her yazar gibi, o da kısa sürede bir yeraltı kahramanına dönüştü. Pollyannagil guruların aksine, Dale Carnegie ve türdaşları gibi, mutluluk, başarı, para ve benzeri nimetleri, multi-vitamin haplarından farksız bir şekilde sunmadı, dünyanın çivisinin çıktığını baştan kabul edip, mevcut düzene alternatif yaklaşımlar getirmenin yollarını aradı o. Başta gençlere olmak üzere tüm insanlara, dünyayı sorgulatmayı hedefleyen bir anti-kanaat lideriydi.

 

II. Dünya Savaşı sırasında Cornell Üniversitesi'ndeki eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı ve onu Dresden'deki bir kampta esir düşürecek olan savaşa katıldı. Dresden'de sağ kalışını ise, "Yeraltındaki Mezbaha No. 5" adlı et deposuna hapsedilmesine borçluydu. Bu hayati deneyimden esinlenerek yazdığı Mezbaha No. 5 adlı roman, yayımlanır yayımlanmaz yasaklılar listesine girince, girişte bahsettiğimiz, o yeraltı kahramanına dönüştü. Üniversite mezunu olmamasına rağmen, bir süre sonra üniversite mezuniyet törenlerinin en alternatif, en etkileyici konuşmacılarından biri haline geldi. İşte, Vonnegut'un mezuniyet törenlerinde yaptığı bu konuşmalar, Algan Sezgintüredi'nin özenli çevirisiyle, Daha Ne Olsun adıyla April Yayınları tarafından yayımlandı.

 

 

Vonnegut'un birçok konuşmasında tekrarlayarak sloganlaştırdığı fikirler, aynı anda hem kışkırtıcı, hem bir o kadar da basit olduklarından herhalde, çalışma masasına not olarak asılacak cinsten. Vonnegut, mezunları artık birer çocuk değil, yetişkin olarak selamlarken, öncelikle hayatın acımasız olduğunu hatırlatıyor. Haber bültenlerini izleyen bir insanın canı nasıl sıkılmaz ki zaten? Tarih boyunca insanlar inanç uğruna birbirlerini diri diri yakmışken, dünyanın her yerindeki iktidarlar şiddetin ve eşitsizliğin birincil öznesiyken, dünyanın berbat bir yer olduğunu neden dile getirmeyelim? Vonnegut, 2004 yılında Doğu Washington Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada, "Artık Amerika'nın insancıl ve akılcı bir Amerika'ya dönüşmesinin hayatta mümkün olmadığını biliyorum. Çünkü iktidar yozlaştırır ve mutlak iktidar bizi mutlak yozlaşmaya götürür. İnsanoğlu güçle sarhoş olan şempanzedir," diyor. Sadece ABD'ye özgü olmayan, evrensel ve zaman aşırı bir gerçekliğe işaret eden bu cümleler, toz pembe gözlükleri bir an önce çıkarıp atma gerekliliğine de götürüyor bizi. Çünkü akıllıca olan inkar değil, yüzleşmedir. Vonnegut, dünyanın mevcut durumunu kabul edersek, hem kendimiz, hem toplum, hem de gelecek için daha işe yarar adımlar atabileceğimizi düşünüyor. İngiliz matematikçi ve düşünür Bertrand Russell, bu gezegeni evrenin akıl hastanesi olarak niteliyordu. "Ayrıca hastaların hastaneyi ele geçirdiğini, birbirlerine işkence edip her yanı yakıp yıktıklarını söylüyordu. Mikroplardan yahut fillerden bahsetmiyordu. Bizden bahsediyordu." Vonnegut'un aynı mezuniyet konuşmasında sarf ettiği bu sözler, kişisel gelişim öğretilerinin “farkındalık” kavramından alıp, bireyle dış dünya arasında şekillenen, daha gerçekçi bir “farkındalık” kavramına götürüyor bizleri.

 

Üzüntü mayalı can sıkıntısının dışında, hamurumuzda bir de varoluşsal bir sıkıntı vardır ki kaçınılmazdır. Vonnegut gençlere bu can sıkıntısının doğallığını kabul etmelerini salık veriyor. Nietzsche'nin "Can sıkıntısına karşı tanrıların direnişi bile boşunadır," sözünü hatırlatarak canımızın sıkılması gerektiğini, bunun hayatın bir parçası olduğunu belirtiyor ve ona katlanmayı öğrenmedikçe gerçek bir mezun olunamayacağını söylüyor. Ona göre mezun olan gençler artık Cennet'ten kovulan birer Adem ile Havva'dır çünkü bilgi lokmasını çoktan yutmuşlardır. Esprili bir şekilde, kendisini de 969 yıl yaşamış Nuh'un dedesi Meytuşelam ilan eden Vonnegut, bilgi ve can sıkıntısıyla “lanetlenerek” gerçek dünyaya “sürüldüğümü” gerçeğiyle yüzleştiriyor bizleri. Ne var ki, bu durum kapkara, umutsuz bir yola sürüklememeli bizleri. Bilge Meytuşelam'ın mezuniyet konuşmalarında bizlere sunduğu umut verici ve yapıcı öneriler de var çünkü. Neler mi?

 

Bir ateist ve hümanist olduğunu her fırsatta dile getiren Vonnegut, insanın her şeyden önce sahip olması gereken ilk erdem olarak, merhamet kavramının altını çiziyor. Kişinin nerede ve ne olursa olsun, toplumuna hizmet etmesi gerektiğine inanarak, "Biz hümanistler, ölümden sonraki hayatla ilgili hiçbir ödül yahut ceza beklentisine girmeden, becerebildiğimizce onurlu davranırız. Bize herhangi bir aşinalığı bulunan tek soyut kavrama, topluma elimizden geldiğince hizmet ederiz," diyor. Gönüllü itfaiyecilikten PEN başkan yardımcılığına, kendisini hayatı boyunca bu tür işlere adayan Vonnegut, yeni mezunlara da bir an önce topluma faydalı olmaya başlamalarını salık veriyor. Karamazov Kardeşler'i sesli okuduğunu öğrendiğimizde ise, ilk yapabileceğimiz işin bir kitap seslendirmek olabileceği geliyor aklımıza. Elbette okuyacağımız ilk kitap Karamazov Kardeşler cüssesinde olmak zorunda değil!

 

 

Meytuşelam'ın basitliğine rağmen unutulan ya da gençlik ve marjinallikle burun kıvrılan, ama son derece yerinde öğütleri var; kazanmak için çalışmak, bunlardan biri. Aşkı kazanmak için temiz giyinip gülümsemeyi elden bırakmamak, son çıkan şarkıların sözlerini ezberlemek, bir konuşma yapılacağında konuşmaya espriyle başlamak, diğer üçü. Hayatın her alanında kendimizi egolar savaşı içinde bulduğumuz düşünülürse, asıl değerli olanın kendimizle dalga geçmek ve zekamızı ispatlamaya çalışmaktan vazgeçmek olduğunu dair öğüdün altı ise özellikle çizilesi. Vonnegut'un bu bağlamda noktalama işaretleri üzerinden kurguladığı bir espri var ki, Türkçe hocalarının kağıt okurken yaşadığı sıkıntılı zamanlara göndermede bulunmakla kalmıyor. Vonnegut, "(...) noktalı virgül kullanmayın. Noktalı virgüller hermafrodit travestilerdir; hiçbir şeyi temsil etmezler. Tek yaptıkları, üniversite gördüğünüzü göstermektir," derken, çok ince bir noktadan insanların toplum içinde kendilerini sunma biçimlerine dokunduruyor. Bireylerin en büyük derdinin kendileriyle yüzleşmemeleri olması ona "Demokrasilerde en soylu meslek öğretmenliktir," cümlesini kurduruyor ve eğitimi, bu cehaletle savaşmak üzerinden tekrar tartışmak, dönüştürmek gerekliliğini hatırlatıyor.

 

Vonnegut, "Mezun olduğunuz için hepinize teşekkür ederim, "Gezegenin bu berbat hali için sizden özür dilerim" ve "Sizi seviyoruz" derken, kendisiyle barışık ve dünya ahvalinin farkında, nereden geldiğini unutmayan insanların kurabileceği üç basit cümleyi hatırlatıyor: "Teşekkür ederim", "Özür dilerim," "Seni seviyorum." İşte bunları söyleyebilen insanların beyinlerinin ve benliklerinin bir değeri olduğuna işaret ediyor. Son olarak ne buyuruyor Meytuşelam? "İşler yolunda gittiğinde bir durun ve yüksek sesle, 'Daha ne olsun?' demeyi unutmayın." Öğütlere karnı tok olanların, tekrar düşünmeleri dileğiyle...

 

 


 

 

* Görseller sırasıyla: Mehmet İnanır, Andrea Tsurumi

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.