Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bu benim savaşım değil



Toplam oy: 1485
Jean Pierre Gibrat
Flaneur
Çizgi romanı okurken dramatik bir İkinci Dünya Savaşı hikayesi mi yoksa bir romantik komedi mi okuduğunuzu karıştırıyorsunuz neredeyse. İşte mesele de burada başlıyor.

1943 yılında işgal altındaki Fransa’da Paris yakınlarında küçük ve sevimli bir köydeyiz. Kahramanımız gecenin bir vakti gizli saklı köye giren yakışıklı, genç bir adam. O ne bir hırsız ne de yabancı, bizzat köyün delikanlılarından. Ama onu evine, kimselere görünmeden girmeye zorlayan bir dünya savaşı var arkasında. Savaş sırasında Almanya’ya gönderilecekken trenden atlayıp köyüne dönen bu delikanlının adı Julien. Kendisi savaşı umursamamaya kararlı, ancak ne yazık ki bu pek de mümkün gözükmüyor.

 

 

 

Yakışıklı Julien, çizgi roman Erteleyiş’in başrolünde. Fransa’da 1997’de yayımlanan bu çizgi roman 59 yaşındaki usta çizer Jean Pierre Gibrat’nın elinden çıkma. (Kitabın bir tane de devam hikayesi var ama Türkçe baskısı için henüz beklememiz gerekiyor.)

 

 

 

Julien’in macerası onu savaşa götüren trenden kaçmasıyla başlıyor. Önce onu oğlu gibi büyüten hayattaki tek yakını teyzesi Angele’nin evine sığınıyor. Oradan da köyün boşalmış evlerinden biri olan eski edebiyat öğretmeninin evindeki tavan arasına geçiyor. Julien’in içinden kaçtığı tren, o kaçtıktan tam bir saat sonra havaya uçtuğundan teyzesi Angele hariç tüm dünya Julien’i öldü biliyor. Hatta köye, trenden çıkan ve Julien olduğu sanılan bir cenaze bile geliyor. Julien tavan arasından kendi cenazesini izleyedursun, onun yerine gariban bir Fransız genci gömülüyor. Julien ise, cenazesine biricik aşkı, aynı köyde yaşayan Cecile’in gelip gelmediğini görmeye çalışıyor. Cecile az buz güzel değil hani. Çizer Jean- Pierre Gibrat’nın 1970’lerin sonunda başladığı çizgi roman hayatında özellikle Fransa’nın tarihinde önemli dönemleri ele aldığını ve birbirinden güzel ve yakışıklı kahramanlar çizmesiyle tanındığını belirtelim. Gibrat’nın çizgi romanlarında genç kadınların adı değişiyor, ama görünüşleri aşağı yukarı aynı; uzun boylu, kahverengi saçlı, mavi gözlü, kalkık burunlu küçük hanımlar. Cecile de tam böyle. Saf bir köylü kızı, iyi kalpli, tutkulu bir aşık. Julien’in en büyük şansı Cecile’in saklandığı tavan arasının tam karşısında, meydandaki cafede garsonluk yapması oluyor. Julien tüm gün Cecile’i izliyor. Hatta dürbünü sayesinde geceleri de güzel Cecile’i odasında görebiliyor kahramanımız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Savaş rayı

 

 


Karanlık bir tavan arası, ne yapacağını bilmeyen bir kaçak, sadece uzaktan izleyebildiği bir sevgili ve sonu gelmez bir savaş… Tüm bunlar ilk başta okura karamsar bir dünya çizebilir. Ama öykü hiç de öyle karamsar değil. Hem çizgiler hem de kahramanımız Julien o kadar coşkulu ve neşeli ki… Çizgi romanı okurken dramatik bir İkinci Dünya Savaşı hikayesi mi yoksa bir romantik komedi mi okuduğunuzu karıştırıyorsunuz neredeyse. İşte mesele de burada başlıyor. Hikayemizde aylak, dünyanın işine yaramaz, aşık bir genç adam, güzeller güzeli aşık bir genç kadın, masum köylüler, direnişçiler, komünizm yanlısı yaşlı kadınlar ve köyde polis görevi yapan milisler var. Herkes karakterine, konumuna, toplumdaki yerine göre savaştan payını almış vaziyette. Cecile mezarlıklarda bir melek gibi dolaşıp, savaşta kaybedilenlerin mezarlarına çiçek bırakıyor, Cecile’in ninesi radyosundan dinliyor savaşı ve Stalin için slogan atıyor, köyün genç doktoru Paul okuyor, düşünüyor, direniyor, milis Serge korku saçıyor ve köylüler, durmaksızın her gün sonlarının ne olacağını tartışıyor. Ama peki ya Julien? Onun işi umursamazlık, rahatlık, aylaklık. Yanlış anlaşılmasın, kalbi temiz. Sadece “karşı damda güneş pırıltısı, kuş cıvıltıları” mutlu etmeye yetiyor onu. Herkes savaştan payını alırken kahramanımız Julien kaçamadığı savaşta kendine tavan arasında izole bir alan yaratıyor. Tavan arasında da olsa memnun hayatından. O bir tanık ve tanık olarak kalmaya kararlı. Belki tek anlatabileceği bunun onun savaşı olmadığı. Umursamazlığı git gide kendine has bir isyana dönüşüyor. Tıkıldığı tavan arasında kendine oyuncaklar yaratıyor, geceleri herkes uyuduktan sonra çıkıp eğleniyor, artık canına tak ettiğinde de Cecile’in kapısını çalıveriyor. Sonunda kavuşuyor yani Cecile’e.

 

 

 

Bir süre sevgilisi ona saklanmasında yardım ediyor. Umrunda olan tek bir şey var, o da Cecile’e olan aşkı. Öyle ki ikisinin uzun uzun seviştikleri bir öğleden sonranın anlatıldığı bölümde Julien, “Eğer katlanılacak savaş günleri bu ilkbahar öğleden sonrasına benzeyecekse, Amerikalılar bütün vakitlerini İtalya’yı gezerek geçirebilirler. Zaten bir şeyleri değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorum şimdi de bundan zevk alma yüzsüzlüğüne kapıldım. Sadece limonlu bira eksikti.” diyerek kendini anlatıyor. Kısa sürede Julien’in varlığı köyde az sayıda insan tarafından öğreniliyor. Neyse ki kimsenin Julien’i ihbar etme gibi bir dertleri yok. Ancak Julien, izole dünyasında kalsa da savaş onun yanına da kapıdan bacadan giriyor. Odası köydeki gizli direnişçilerin silah deposu haline geliyor. Yani küçük bir köyün tavan arasında üstelik tüm dünya sizi ölmüş zannederken bile hiçbir yere kaçmak mümkün değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarihçi Hobsbwan, Kısa 20. Yüzyıl kitabının başında Britanyalı müzisyen Yehudi Menuhin’in şu sözlerine yer verir, “20. yüzyılı özetlemek gerekirse, insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını ve bütün hayalleri ve idealleri yıktığını söyleyebiliriz.” Dünya yüksek idealler kursun, insanların hayalleri yıkılsın varsın, bizim Julien, son nefesine dek alaycılığa devam ediyor. Yıkılan hayaller mi yoksa yüksek düşler mi Julien’i bu denli alaycı biri yapar bilinmez. Ama onda şeytan tüyü olduğu ve sizi de tavlayacağı kesin.

 

 

 

 

Son olarak çizgi romandaki son sözlere değinmek gerek. Kitabın bitiminde ek birkaç sayfada yarı eskiz yarı tamamlanmış çizimler yer alıyor. Julien ve Cecille’in aşklarını anlatan çizimler sanki kahramanlarımızın yaşadığı güzel günlerin albümü gibi. Üstelik her biri duvarınıza asmak isteyebileceğiniz kadar özenli ve güzel. Yayınevine gelince, Erteleyiş uzun süredir Kadıköy’ün kendine has çizgi romancılarından olan Flaneur kitapçısının aynı adlı yayınevinden çıktı. Binnur Mörel Büyükertan’ın çevirdiği kitabın bir de özel baskısı bulunuyor. Kalın kapaklı bu özel baskının, meraklıları için yine özel basım bir zarfın içinde satıldığını da belirtelim.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.