Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Buz gibi bir distopya



Toplam oy: 1350
Anna Kavan
Everest Yayınları
Anna Kavan'ın diline ve üslubuna alışmak emek ve zaman istiyor. Kurguda yer yer boşluklar var ve bunları doldurmak okura kalıyor.

Buz’u elime alıp okumaya başladığımda neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. İngiliz yazar Anna Kavan’ın herhangi bir eserini daha önce okumamıştım, ama Everest Yayınları bu kitabı modern klasikler dizisine almıştı. Kitabın kapağı zihnimde güncel edebiyat izlenimi yaratmışken, arka kapağı bu eserin “marjinal bir bilimkurgu” olduğunu iddia ediyor ve bilimkurgunun üstatlarından Ballard’ın övgüsüne yer veriyordu. Diğer yandan Doris Lessing de övüyordu bu eseri. Bu övgüler yetmiyormuş gibi Kafka ve Anais Nin vurgusu da yapılıyordu arka kapakta. Bu kadar olumlu çağrışımları olan yazarların bir araya gelmesi bu kitabı ilginç kılıyordu ama birbirinden uzak edebi beğeniler aynı potada erimiş gibi görünüyordu. Anlaşılan o ki ağır, derin, yavaş ama esrarengiz bir kitaptı bu. Buz, belki de bu yüzden bir “modern klasik”ti.

 

Sonuçta ön hazırlık yaparak okumaya başlamak niyetimde başarısız oldum. Hatta biraz da korktum kitaptan. Yazarın hayatıyla ilgili tabiri caizse kulaktan dolma bilgiler, bana Anna Kavan’ın gizemli bir hayatı olduğunu, iki çocuğundan birini İkinci Dünya Savaşı’nda, diğeriniyse doğumda kaybettiğini, hayatı boyunca eroin kullandığını ve elinde şırıngasıyla öldüğünü söylüyordu. En önemli eseri elimdeki kitap Buz’du duyduğuma göre.

 

Çevirmen Selahattin Özpalabıyıklar’ın esere yazdığı sunuşu, bir sonsöz olarak okumak üzere erteleyip doğrudan romanı okumaya başladığımda, Ballard, Kafka ya da Nin’i hiç anmadım açıkçası. Evet, romanın Kafkaesk olduğuna kimse itiraz edemezdi belki; ilk sayfalarda yazarın okuru davet ettiği atmosfer oldukça kasvetliydi ve bu bana, başka bir bilimkurgu klasiği olan ve usta sinemacı Tarkovski’nin Stalker adıyla beyazperdeye uyarladığı, Boris ve Arkadi Ştrugatski kardeşlerin Uzayda Piknik romanını hatırlattı. Karanlık, soğuk, buz gibi bir dünya, problemli kahramanlar, gerçekliğin sorgulanması… Bu özelliklerle her iki romanın ortak paydalarından söz etmek mümkündü.

 

İlk kez 1967’de yayımlanan Buz, “Gerçeklik benim için her zaman bilinmez nitelikte bir şey olmuştu,” diye düşünen ve adını ya da nereden geldiğini bilmediğimiz gizemli bir kahramanın arayış ve yolculuk öyküsünü anlatıyor. Arayışının hedefindeyse bir şey değil, bir kişi var: Yine adını bilmediğimiz, gümüş beyazı saçlı bir kız. Üçüncü kahramanımızı da, şehrin en yüksek yerindeki kalede, Yüksek Ev’de yaşayan “muhafız” olarak tanıyoruz, ki sahip olduğu iktidarla bize yer yer George Orwell’ın 1984’ündeki Büyük Birader’i hatırlattığı oluyor, özellikle kitapta ilk ortaya çıktığı bölümlerde.

 

 

Mutlu sonla bitermiş gibi yapıp, aslında karakterlerin belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kaldıkları anda sona eren eserler vardır. Özellikle distopyalarda, distopik dünya var olmaya devam ettikçe karanlık bir geleceğin hüküm süreceğini biliriz, ama kahramanlarımız kendilerine bir çıkar yol bulup insanlığa yine de umut aşılamayı becerebilir. İşte Buz da o eserlerden biri. İsimsiz kahramanımızın yolculuğunun son durağı, tüm hikayedeki buzu eritecek kadar sıcak; buzun kitapta kapladığı tüm fantastik anlamları çözecek kadar gerçekçi.

 

Bu bizim dünyamız

 

Buz’un, harabeye dönüşmekte olan bir dünyada, harabenin bir parçası olmak istemeyen, insanlığını muhafaza etmek isteyen bir kahramanın gerçeküstü öyküsüne sahne olduğunu söyleyebiliriz. Herkesin siyah giydiği, somurttuğu ve can derdinde olduğu bir atmosferde, binaların, sokakların enkaza dönüştüğü, sonu gelmiş bir dünyada geçiyor öykü. Anlıyoruz ki, bu bizim dünyamız. Romanın bu bağlamda, mekanın ve hatta iklimin de birer kahramana dönüştüğü, buz gibi bir distopya olduğunu belirtmek mümkün.

 

Anna Kavan’ın diline ve üslubuna alışmak emek ve zaman istiyor. Kurguda yer yer boşluklar var ve bunları doldurmak okura kalıyor. Zaman ve mekandaki geçişler, kitap boyunca tutarlılık göstermiyor ama bu özelliklerin yazarın eksikliği değil tercihi olduğunu görmek mümkün. O nedenle konsantrasyonunuzun düştüğü zayıf bir anda yazar kafanızı oldukça karıştırabilir. Kahramanımızın ağzından dinlediğimiz öyküde, bazı bölümlerde anlatıcıyı kaybettiğimiz de oluyor. Metni okunur kılan özellik ise, ilk sayfadan son sayfaya kadar nihayeti sürekli ertelenen bir gizeme sahip olması. Distopik bir mekanda, kasvetli bir zamanda, müphem kahramanların başrolde olduğu bu metin, kısaca, bilinmez bir gerçekliğin öyküsünü anlatıyor. Uzun zamandır okuduğum en kasvetli, en boğucu, en rahatsız edici kitaplardan biri olan Buz, –eğer sezon ayrımı yapan bir okursanız– kesinlikle bir yaz kitabı değil. Anna Kavan’ın düşsel bir üslubu var, ama buna düşten ziyade kabus demek daha doğru olacaktır. Üstelik, oldukça yadırgatıcı bir metin Buz, bu yüzden de iyi bir metin. En soğuk kış gününde bile okusanız, metni evcilleştirmek mümkün olmayacaktır. Rahatsız ediciliğini koruyacak, her sayfasında boğmaya devam edecektir. Hatta aradan zaman geçtikten sonra, tekrar okunmayı hak edecek kadar da etkileyici bir romandan bahsediyoruz. Bu anlamda, evet, bir klasik olduğu iddia edilebilir. “Modern” olduğuysa zaten aşikar.

 

Kitabın başında yer alan Selahattin Özpalabıyıklar imzalı sunuş yazısı ise, en az romanın kendisi kadar okunası bir metin. Keşke her iyi eserin çevirmeninden böyle bir sunuş okusak kitaplarda. Kitabın değerinin kaybolmasından endişe ettiğimiz şu dijital çağda, eserin değerini pekiştiren bu sunuşu, kitaba başlamadan önce rahatlıkla okuyabilirsiniz aslında.

 

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Buz bir bilimkurgu olarak da anılıyor. Bilimkurgunun tanımı bugüne kadar onlarca değerli yazar tarafından yapıldı. Sadece bu tanımlardan oluşan bir kitap bile hazırlamak mümkünken, neye bilimkurgu deyip diyemeyeceğimiz tartışmalı bir konu olarak yerini koruyor. Şimdi, bizim derdimiz şu olmalı belki de: Bu kitabın neden bilimkurgu olarak anıldığını mı tartışacağız yoksa bir bilimkurgu eserinin –tıpkı Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451 ya da 1984 gibi– modern bir klasik olarak kabul edilip bu şekilde etiketlenmesine mi sevineceğiz?

 

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Ethem Onur Bilgiç

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.