Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çok basit: Ölmek ya da öldürmek!



Toplam oy: 1100
Mehmet Eroğlu
İletişim Yayınevi
Daha ilk göz atışta bir başka dünyada geçiyormuş hissi veren, içinde G-3, MG-3, M-16- bazuka, kanas, biksi, kobra, doçka, bubi tuzağı gibi bir yığın adların olduğu bir kitap Rojin.

Konusuna edebiyat çevrelerinde geçen sohbetler aracılığıyla ufaktan da olsa vakıf olduğum Mehmet Eroğlu’nun Fay Kırığı Üçlemesi’nin üçüncüsü olan Rojin’e başladığımda, itiraf etmeliyim ki -illaki yapılmıştır diye-bir tarafın propaganda emarelerini aradım. Kitap bittiğinde ise kendi adıma keskin bir taraflılıkla karşılaşmamış olduğumu söyleyeyim.


Her ne kadar Eroğlu, okunma biçimi olarak “Pekeke”değil de “Pekaka”yı tercih etmiş olsa da ya da kod adı Rojin olan bir kadının hikâyesini anlatırken, ısrarla dağlardan önceki adı olan Zeynep’i kullansa da, soğukkanlı tavrı için durum değişmemiş. Madem öyle kitabın adı niçin “Zeynep” değil diyebilirsiniz. Sanırım dikkatleri celp etmek için, ticari hesaplar gereği “Rojin”e karar verilmiş.

 

 

Ara ara birleşecekmiş düşüncesi uyandıran iki ayrı hikâye okuyoruz Rojin’de. Biri gerillalar arasında diğeri askerler arasında geçiyor. Her iki hikâyede de bizzat savaş sahasında iseniz ve eğer hayatta kalmak istiyorsanız, öldürmeme şansınızın olmayacağının envanteri çıkartılıyor. Kimi kurguya ait olanla kimi gerçeğe ait olaylarla.

Dipnotlar, kurguyu yönlendirirken bir tarafta PKK’nin infazları, diğer tarafta kitapta JÖH (Jandarma Özel Hareket) diye geçen JİTEM’in (Jandarma İstihbarat Teşkilatı) katliamları hatırlatılıyor. Bir dipnotta tarlalara gitme yasağını protesto etmek isteyen halkın üzerine ateş açılması sonucu 5’i çocuk, 17 kişinin öldüğü Digor Katliamını, bir diğer dipnotta 1993 yılı ateşkesini sonlandıran, Bingöl-Elazığ yolu arasında öldürülen 33 er, 2 öğretmen insanı okuyoruz.*

“Tozcularla” işbirliği içerisinde olan üst düzey askeriyeye mensup kişilerin ve korucuların birkaç ayda lüks arabalarla köy yerinde türedikleri de anlatılıyor, gerillalar arasındaki katı hiyerarşinin özellikle kadın gerillalara yansıyan sonuçları da.

Romandaki kimi bölümler, konunun esas ilgililerine söz hakkı doğurtacak kadar tartışmayı kaldıracak cinsten. Bunlardan biri Zilan karakterinin hisleri yüzünden, örgüt içindeki yasağı çiğnediğini düşünmesi ve el bombası ile intihar etmesi. Bir diğeri de özellikle dağa çıkan kadınların birey olma şanslarını yakalayabilecekleri tek seçeneklerinin gerillaya katılmış olmaları gösterilmesi. Doğruluğu aşikâr olsa da silik, söz geçiremeyen, boynu her daim yerde olmaya mahkûm kadın gerilla portresi hakim kitapta.  

 

Bu akıllarda olsun

 

Bunun üzerine, Mehmet Eroğlu’na kitabın kahramanları için gerçek hayattan esinlenip esinlenmediğini sordum. Yanıtı şöyle oldu: “Yazarlar iki tür karakter kullanırlar. Gerçek hayattan aldıkları ya da anlatmak istediklerini daha iyi yansıtacağını düşünüp yarattıkları. Ben genellikle ikinci kategoriye yakın sayılırım.” Hassas davranılacaksa, bu akıllarda olsun.

Askerlerin tam olarak neyle, kimle, ne için savaştıklarını anlamamaları, operasyona çıktıklarında; onlar nerdeler, gerçekten varlar mı diye kendi aralarında konuşmaları komik gelebilir okuyucuya. “Hayaletlere duyulan kızgınlık” diyor Eroğlu. Yüz yüze gelip, öldürmeye başladıkça sebebi belirsiz öfkelerin anlamsızlığı ortadan kalkıyor.

Öyle bir savaş hali düşünün ki, PKK’nin inlerde bıraktığı yiyecekleri TSK’nın askerleri yiyor. Bu zoraki paylaşıma rağmen öldürdükleri insanların arkasından “leş” diyebiliyorlar ya da 11-0 mağlup oldukları için üzülüyorlar. 11’e değil 0’a. Bir tarafta karakol saldırısı sonrası cesetlerin yanında halaya duran gerillalar da var. Anlaşılıyor ki, bir yerlerde aklık bırakacak kadar güçsüz bir şey değil savaş.

Trabzonlu Saldıray’ın, dağlardaki “kargaları tepeleyip, orasını yaşanır yer yapma” ve hatta yirmi sene sonra oğluyla Şemdinli’de kayak yapma hayalini okuyunca kafamız karışabilir. Göğsünde muskalarının yanında cesetlerinin tanınmayacağı ihtimali ile özel kimlikler taşıyan askerlerin nefretleri korkmalarına engel olmuyor. İzmirlerden baktığı Doğu’ya sudan çıkmış balık gibi düşen Mehmet, her ne kadar gözü kara cesarette gösterilmiş olsa da “pisipisine” ölmek istemiyor. Beri yandan inanç ve cesaretin birleştiği kişi Reşo oluyor; kendi coğrafyasında, yıllardır tüm yaşamıyla dahil olduğu ve ister istemez sahiplendiği savaşında.

Kitabın bir yerinde Asteğmen Cenk, Mehmet’e İnuitların (Eskimolar), iki tarafı keskin baltaya fok kanı sürerek ayıları bu kokuya çağırdıklarını anlatıyor ve ayıların, dili kesilene kadar baltadaki kanı yaladığını. Akıllıca bulduğu bu av yöntemini anlatırken canının et çektiğini söylüyor. Konu eğer insanın vahşetiyse, edebiyat bu konuda birleşiyor. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ından, İsaac Babel’in Kızıl Süvariler’ine, L. F. Celine’nin Gecenin Sonuna Yolculuk'una kadar aynı insan gerçekliği. Bu konuda edebiyatın malzemesi çok rahat ulaşabileceği yerde, insanlık tarihinde. Rojin’de “Çok basit: Ölmek ya da öldürmek!” diye başlıyor zaten. 

Romanda özellikle askerler arasında geçen dini diyaloglarda “Allah” yerine “Tanrı” kullanılması gerçekçi durmamasına rağmen uygun görülmüş.

 

 

Rojin’in geçmişindeki Nusret’le iç hesaplaşmaları ise kitabın mevzusuna uzak durmuş. Her mesele için tumturaklı konuşması hazır, bitmek bilmez çözümlemeleri can sıkan, o filozof senin bu yazar benim alıntılarıyla kafa yoran, bir yargıya vardığı cümlelerini zorla hayata giydirmeye çalışan tipik bir yazardır Nusret.  Rojin, Nusret’i ilah yerine koymuştur bir kere ve romanda bir saniye olsun Nusret’in ahkâmlarından kurtulamayız.

PKK’nin katırlara taktığı adın kobra olması, eritilmiş limon tozu ile serum yapılması, termal kameraya yakalanmamak için ıslak olmak ya da vücuda röntgen film sarılması, “pat, pat, pat” sesleri çıkartan kobraları duyduğunuz an hiç hareket etmemeniz gibi bilgiler var kitapta. Ve tabii “Yoğunlaş heval”ler, bir kurum adıymış gibi “önderlik” adı ve elbette mekaplar. 

Lakin “Rojin”, işin özünde insanız işte niye bu hırgür gibi çok bilinen ama pek işe yaramayan bir sonuçla bitiyor. Kitabın finaline, eski Türkiye filmleri güzelliği dediğimiz bir iki hoşluklar katılmış ve bir tutam da Hollywood aksiyon filmi aşk sosu. Gerçekçi mi olmuş derseniz, okuyucunun ve ilgili kesimlerin insafına kalmış.

 

 


 

*Kitapta bu olayın Bitlis’te olduğu söylenmiş. İnternet taramaları olayın Bingöl - Elazığ yolu üzerinde geçtiğini söylüyor.


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.