Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Deniz kabuğunun içindeki deniz


Şahane
Toplam oy: 780
Roy Jacobsen // Çev. Deniz Canefe
YKY
Görülmeyenler, küçük bir hikayenin yalın bir dille nasıl devleşebileceğine iyi bir örnek.

Aniden bastıran yaz mevsimine ve ülkenin boğazıma yapışan ellerine tezat, yola kuzeyden devam ediyorum! Erlend Loe’nin Doppler’inden kısa bir süre sonra Türkçede yeni bir Norveç romanı: Görülmeyenler. Norveç’in kuzeyinde küçücük bir adada yaşayan bir balıkçı ailesinin nesiller boyu devam eden kırılgan hikayesini anlatan Görülmeyenler, her şeyden çok durgunluğu ile akılda kalıyor. İlk kez okuduğum ve Türkçede Harika Çocuk isimli bir romanı daha bulunan Roy Jacobsen’in diğer kitaplarını sabırsızlıkla beklemek için koskoca bir neden.



“Kimse bir adayı terk edemez; ada fındık kabuğunda bir evrendir,” diyor romanın başlarında ve bu cümle hikayenin bütün yükünü tek başına sırtlanıyor. “Adadan ayrılmak isteyenler çıkabilir,” diyor devamında ama hepsinin dönüp dolaşıp geldiği yer yine bu ada-ev oluyor. Anlatılan, Barrøy ailesinin hikayesi... Ailenin reisi Hans, babası Martin, kız kardeşi Barbro, karısı Maria ve kızları Ingrid’den oluşuyor bu küçük toplum. Yıllar geçtikçe aile dallanıp budaklanıyor, ve tabii eş zamanlı olarak hikaye de. Barbro’nun oğlu Lars katılıyor aralarına beklenmedik şekilde. Ve yine beklenmedik şekilde Ingrid’in başka bir adadan yanında getirdiği iki küçük çocuk; Felix ve Suzanne... Ama yalnız değiller; doğa her mevsim başka kılıklara bürünerek dahil oluyor hikayelerine; yağan kar, buz tutan deniz, yıkıcı rüzgar, ilkbaharın sıcak esintileri, dünyayla bütün bağlarını kesen dev dalgalar ya da içinde doya doya yüzdükleri sıcak yaz denizi... Onları hiçbir zaman yalnız bırakmayan doğa, kuzeyin bu yalnız adasında hayatlarını biçimlendiren ana etken oluyor... Ve bu uzak ada, insanları, hayvanları, bitki örtüsü ve yeryüzü şekilleriyle birlikte, doğanın neredeyse tek söz sahibi olduğu, kendi içinde devinen, zamanla eksilen ya da çoğalan, gökle deniz arasında, küçük bir dünyaya dönüşüyor Jacobsen’in romanında.

 

 

Kuzeyin nevi şahsına münhasır atmosferi

 

Jacobsen’in başardığı çok şey var. Bunlardan biri, roman boyunca sahici doğa betimlemeleriyle hem fiziksel bir manzara çizerken hem de romanın duygusal atmosferini okura birebir hissettiriyor olması. Böyle bir adada yaşam nasıl olurdu sorusuna cevaben, hem gözlerinizin önünde anında belirmek üzere müthiş zenginlikte detaylarla dolu bir resim sunuyor hem de bunu yaparken pek iç dökmeyen karakterlerin iç dünyalarının kapılarını aralıyor. İnsanla çevresindeki gerçeklik birbiri içinde eriyip gidiyor: “Şubat ayında deniz türkuvaz bir ayna gibi olabiliyor. Karla kaplı Barrøy gökyüzünde bir buluta benziyor. (...) Tiftik çoraplarını giymiş Ingrid, adayla Molt Kayalıkları arasında uzanan camdan bir zemin üzerinde duruyor, altındaki yazdan bir manzarayı andıran yosunlara, balıklara, deniz kabuklarına bakıyor.” Ya da, “Ingrid sevmiyor bu fırtınaları, evin gıcırdayışını, bacanın boru gibi ötmesini, bütün evrenin ayaklanmasını; annesiyle ağıla gittiğinde ciğerlerindeki havayı söken, gözlerinden yaşlar boşaltan, onu duvarlara yapıştıran, ağaçları kamburlaştıran, bütün aileyi mutfakta yatmak zorunda bırakan ve bütün gece uyanık tutan rüzgarı.” Roman işte bu örneklerde olduğu gibi kuzeyin nevi şahsına münhasır atmosferini ve insana özgü hallerini yoğun şekilde hissettiren, okumaya doyamadığım cümlelerle bezeli...

 

Romana dair bahsedilmesi makbul bir başka unsur da, hikayenin geçtiği yerin bir ada olmasından mütevellit, okuru hiç yalnız bırakmayan izolasyon duygusu. Yazarın bu duyguyu inşa eden ya da köpürten buluşları, beni her seferinde hikayenin tam kalbine taşıdı. Mesela dürbün detayı: Hans’ın babasından kalan ve çocukken oynaması yasak olan bu dürbün bir gün bir şekilde ortaya çıkıyor. Hans ve babası dürbünden uzağa bakıyorlar, ama sonra bunun gereksiz olduğuna karar verip dürbünü kaldırıyorlar, “çünkü dürbünden gördükleri şey, bakmayı bıraktıkları anda ortadan kayboluyor.” Bir başka detay, süt teknesinin uğraması için adanın kıyısına yapılan ve yapıldıktan sonra adanın “dünyaya açıldığı, haritada sabit bir nokta, görülebilir bir nokta olduğu” iskele.  Ya da adaya yapılan ve adayı artık görülür kılan deniz feneri.  Ve bütün bunların öncesinde bir gün davetsiz şekilde “adaya gelip sahip olduklarını bilmedikleri bir şeyi çalan adam.” Jacobsen, adanın etrafında öyle bir hale yaratıyor ki, adanın ve sakinlerinin tüm dünyadan ayrı varlıkları romanın en belirgin duygusuna dönüşüyor ve bu yalıtım hissi kitap boyunca bir kez olsun etkisini yitirmiyor.


Görülmeyenler, küçük bir hikayenin yalın bir dille nasıl devleşebileceğine iyi bir örnek. Bir ailenin basit hayatını ve nesiller arasında akıp giden duygusal gelgitlerini sakin ama güçlü bir şekilde aktaran, işaret etmeyen ama orada olduğunu hissettiren, sade ama zengin bir roman. “Küçük şeyler”in büyük hikayesini sevenlere...

 

 

 


 

 

 

Görsel: Ömer Faruk Yaman

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.