Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

#direnklişe



Toplam oy: 868
Celil Oker
Altın Kitaplar
Anladım ki polisiye sevmeyen birine bu tarz bir kitap okutmak için birkaç şey gerek. Bizzat suçun kendisi ilginç olmalı.

Polisiyeler ve bilumum dedektif kitapları neden klişelerle dolu olmak zorundadır? En baştan itiraf edeyim, bayıldığım bir tür değil polisiye. Güvendiğim kaynaklardan bilgi akışı, hatta ısrar olmasa ilk hamleyi yapmakta oldukça utangaç davranırım. Her seferinde başka türlü sorulmuş, ama aslında aynı problemi, aynı formül yardımıyla çözmeye benzetirim suç romanlarını. En başta klişe derken kastettiğim bu. Başlangıçta bir gizem vardır: Biri ölmüştür, kayıptır, intihar etmiştir. 'İlk sorguda' herkes şüpheli görünür, herkesin bu işte iyi kötü parmağı var gibidir. Kitabın ortalarına doğru şüphe iyiden iyiye birinde ya da birilerinde yoğunlaşır, olağan şüpheliler azalır. Ama azıcık okurluk tecrübeniz varsa bu duruma kolay kolay pabuç bırakmazsınız. Son düzlüğe girerken küçük dağların ufak bir sarsıntıyla kum gibi yıkılacağını ve nurtopu gibi yeni bir suçluyla kitaba veda edeceğinizi gayet iyi bilirsiniz.


Bir düğümlenme ve çözülme anlatısıdır polisiye. Derleme-toplama, sadede gelme umudunun dışavurumudur. Tüm cinayetler çözülür, tüm kayıplar bulunur, bilinmezler gün ışığına çıkar, gizem kalmaz. İnsan kendinden, hayatından, evinden ve tüm bunların karmaşasından ve dağınıklığından kaçmak istiyorsa polisiyenin muntazam evreni bulunmaz hint kumaşıdır.


Polisiyenin en temel klişesi “korkmayın, her şey çok yakında aydınlanacak,” ise, olmazsa olmaz ikinci unsur da, dedektifin 'tutunamayan'lığıdır. Psikiyatrların, polislerin suçlu profili çıkarmaya meraklı olması gibi, yazarlar da belli bir detektif profilini esas alıyorlar sanki. Yaratıcılık açısından belli bir çıtayı aşamamış tüm kurgularda bu adam (bu çıtanın altında kadın detektif kromozomuna rastlanmadı henüz!) adeta aynı kişi. Hayatımızda o kadar olmayan birisi ki bu detektif denen şahsına münhasır kişilik, yokluğuna inat stereotipinin bu kadar dolaşımda olması herhalde bugüne kadar yazılanları (ya da çekilenleri) yeniden yeniden yeniden üretmek kaygısından kaynaklanıyor olmalı. İşte Remzi Ünal da bu prototip adamlardan biri. Evi yok. Sabit, sıcak, sevecen bir huzur ortamından yoksun. Kendine çekidüzen veremiyor. Saç sakal birbirine karışmış, kıyafet derbeder, banyo nadir, uyku sabaha karşı.. Gündüz su gibi kahve, gece bol içki. Yemek yemeye de sizin benim gibi sıradan faniler misali ihtiyaçları yok dedektiflerin, iki günde bir filan yiyorlar. O da önce iş, sonra yemek şeklinde. Arkadaşları yok. Aile zaten yok. Dedektifin gölge gibi sevdiği bir kadın vardır, ona da ya kazık atmıştır, ya kadının kalbini kırmıştır, ya kadından kendi kaçmıştır. Hasretinden ölse de yeniden yakınlaşacak cesareti bulamaz. Bulamazoğlubulamaz...

Görsel çalışma: Ekin Urcan

 

Hepsi figüran

 


Şaşıracak bir şey yok. Maço biridir detektif, polisiyeler de üzücü çoğunlukla cinsiyetçidir. Kadınlar bu kitaplarda olsa olsa kurban olur, dedektifimizin aklını çelen seksi şüpheli olur, dedektifimize sığınan, güvenen, bel bağlayan saf ve temiz genç kadın olur. Ateş Etme İstanbul da bu çizginin çok dışına çıkamıyor. Her nasılsa kitaptaki bütün kadınlar genç ve güzel. Hepsinin eşkali elbise kesimleriyle, en ince ayrıntısına kadar verilmiş. Remzi Ünal'ı saymazsak, hikayenin etrafını ören  bütün kast kadın demek yanlış olmaz. Ama hepsi de figüran. Bir çeşit Charlie'nin Melekleri seti. Remzi Ünal'ın büyük aşkı Yıldız Turanlı karakteri bile o kadar grafik ve yüzeysel ki, okuyucu için diğer altısının yanında yedinci kadın olmaktan ileri gitmiyor. Hem tipsiz hem ağır arıza dedektif kişisinin aklı başında, güzel, başarılı kadınları nasıl peşinden sürüklediği ise ayrı bir muamma. İşte yıllara meydan okuyan bir klişe daha!


Kendinden ve hayatından alenen umudu kesmiş Remzi Ünal'ın, perperişan hissettiği bir anda nasıl olup da sislerin ardında yatan gerçeği bulabileceğinden "adı gibi emin" havalarına girdiğini anlamak kolay değil. Para çok ilgisini çekmiyor. Adalet duygusu, adaleti yerine getirmek gibi soyut, ulvi hedefler olmadığını çok kere söylüyor. Suçluyu yakalamayı da kafaya takmıyor, o polisin işiymiş. Vakayı çok ilginç bulmuş deseniz, alt tarafı bir kadın dört gündür ortalarda yok diye insanın “a-ha tam benim meşrebim bu iş,” diye heyecana kapılacağı bir durum yok ortada. Aslında o kadar fazla “ama bu böyle olmaz ki,” dedirtecek şey oluyor ki kitapta, belki de başlangıca takılmak abes.

Olay örgüsünün İstanbul'da geçmesi, dedektifimizin şehirle bir aşk-nefret ilişkisi içinde olması (buyurun bir klişe daha!), sokakları bir bir bilmesi, AVM, dükkan, kafe isimlerinin gırla gitmesi (#tüketistanbul) herhalde potansiyel okuyucuyla daha yakın bir ilişki kurmak için yapılmış. Bakın benim anlattığım aynı hayat, aynı şehir, sizin hikayeniz vs. Ne yazık ki Starbucks, Kitchenette, Kaktüs demekle zamanın ruhunu yakalamak arasında epey fark var. Celil Oker şehri bildiğini ispata o kadar hararetle soyunuyor ki bir noktadan sonra bilmediği bir şehirde sokak tabelalarından başka bir şey görmeyen bir turiste dönüşüyorsunuz. Zira İstanbulluların şehirle samimiyetlerine dair sabit bir şey varsa yollarını kolayca bulmalarına karşın yabancılara tarif edememeleridir. İfade kıtlığından değil; yaşadığımız çevre dahil, cadde, meydan, sokak adı bilmeyiz, basitçe bu. 


Anladım ki polisiye sevmeyen birine bu tarz bir kitap okutmak için birkaç şey gerek. Bizzat suçun kendisi ilginç olmalı. İskandinav suç edebiyatını, örneğin Stieg Larsson'un Milenyum Serisi'ni popüler yapan dil, atmosfer, karakterler bir yana, aynı zamanda çok genel bir tema olarak kadına yönelik farklı şiddet biçimlerini merkeze alması. Detektif ya da suçlu karakterinin orijinal olması da anlatıyı çekici kılıyor. Se7en'da katil bir ölçüde "klasik" sebeplerden insan öldürüyordu. Ama yaptığı hazırlık, evi, günlükleri, zekasının/çatlaklığının boyutları o kadar derindi ki seyirci gözünü kırpmadan izliyordu. İsveç-Danimarka ortak yapımı yeni dizi Bron'u (Köprü) fenomen haline getiren de Asperger Sendromlu gibi davranan, zehir zekalı kadın detektif Saga Norén karakterinden başkası değil. Ellis Peters (ya da gerçek adıyla Edith Mary Pargeter) gibi Brother Cadfael ayarında bir karakter yaratıp yirmi tane kitap yazmak kolay değil. (Sadece iki tanesi Türkçeye çevrildi, ama hararetle öneririm). Umberto Eco olup Gülün Adı gibi polisiye-üstü bir kurgu yaratmak da her yazarın harcı değil. Yine de bu janr içinde iyi bir örnek okumak isteyenler buralardan başlasa hiç fena olmaz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.