Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dokuz adımda “erkek” olmak



Toplam oy: 497
David Szalay // Çev. Sevi Sönmez
Hep Kitap
David Szalay, geleneksel roman formundan uzaklaşma çabası içinde ve bu yolda da çok sağlam adımlar attığı aşikar.

Cinsiyetler arasındaki dünya görüşü, yaşama dair beklentiler ve edimler söz konusu olduğundaki farklılık, edebiyatın en ilgi çeken konularından biri ve hâlâ da merak konusu. Özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarının ve cinsiyetin siyasi bir harekete dönüşmesiyle birlikte bunun edebiyattaki yansımalarını da daha sık görür olduk. Şimdiye dek pek çok yazar, farklı durumlardaki cinslerin, özellikle de kadınların hikayelerini anlattı. Erkekler ise genellikle romanlardaki “ana unsur” olarak sıkça ele alındığından, onların hayatı epey normal ve olması gereken bir standart olarak kabul edildi. Ancak David Szalay’un Erkek Dediğin kitabı bu standardın aslında bugüne dek resmedildiği kadar alımlı olmadığını, kelimenin en satirik anlamıyla “kırılgan” olduğunu ortaya koyuyor.


Erkek Dediğin de aslında yapısı gereği kırılgan bir kitap. Szalay dokuz farklı öykü ile, dünyada bulunması pek muhtemel dokuz erkeğin hayatlarındaki farklı bir aşamada odaklanıyor. Onları birbirine bağlayan üç şey var: Erkek olmaları, Avrupa’da bulunmaları ve evlerinden uzakta olmaları. Bunun dışında hikayenin geçtiği ay, karakterlerin yaşı ve hikayeleri bütünüyle farklı. Kitap ilerledikçe her öyküde erkek biraz daha “büyümüş” oluyor.


Berlin-Hauptbahnhof’ta başlayan ilk öyküde 17 yaşındaki Ferdinand isimli bir öğrencinin, arkadaşı Otto ile beraber doğu Avrupa’ya yaptığı yolculuğa tanıklık ediyoruz. Başka bir öyküde Fransız Bernard’ın Kıbrıs’ta kendini takıntılı cinsel şehvetin kollarına bırakmasından –muhtemelen kitabın en ilgi çekici öyküsü– Danimarka Savunma Bakanı’nın “gizli aşk”ını ortaya çıkarmak için İspanya’ya yolculuk eden orta yaşlı magazin gazetecisine uzanıyoruz. Derken, 73 yaşındaki eski hükümet danışmanının nasıl iş göremez hale geldiğinin hikayesini okuyoruz. Kitabın başından sonuna kadar hikayeler çekiciliğini tedricen yitiriyor; her biri enerjiden yoksun, yaşama dair ümitlerin giderek azaldığı hikayelere dönüşüyor.


Erkek Dediğin
’deki her bir öykünün ortak özelliklerinden biri de, erkeklerin “kritik” karar anlarının kısa sürede hayat memat meselesi haline gelmesi. Çok gündelik şeyler; özellikle cinsel şehvet, arzular ve bunlardan çok da ayrı düşünülemeyecek meslekte yükselme, parlama, bir şekilde ön plana çıkma gibi fallik gösterinin çeşitli boyutları aslında “mevzu” haline geliyor. Neyse ki Szalay bu gösteriyi şatafatlı bir abartının kollarına bırakmıyor, bilakis sıradanlaştırdığı öyküleri ince bir hicivle aktarıyor.


Szalay’un kitabını etkili kılan etkenlerden biri de hikayelerinin hiçbirinin olağanüstülük barındırmaması. Bunun yerine yazar, her yerde karşılaşabileceğimiz türden, sıradan ama yine de erkek olmanın ve onun beraberinde getirdiği temel problemleri izleyebileceğimiz olayları anlatıyor; hiçbir önyargıya yer vermeden... Ancak cinsiyet açısından bakıldığında Szalay, haliyle erkek deneyiminde odaklandığı için, kadın karakterleri genellikle tek yönlü, arzunun yöneldiği bir nesne olarak ele almış ve pasif konuma indirgemiş.


Öykü mü, roman mı?


Baştan beri Erkek Dediğin’i dokuz öyküden oluşan bir derleme olarak tanımlıyorum ama yazar bizzat Paris Review’a verdiği söyleşide kitabı “roman” olarak niteliyor. Daha objektif bir bakış açısını kullanacak olursak, Szalay’un kitabını dokuz hikayeden oluşan bir öykü kitabı olarak tanımlamak da doğru değil, bir roman olarak da. Zira hikayeler birbirinden bütünüyle ayrı değil, birbirine dokunduğu noktalar yadsınamaz ama aynı zamanda roman oluşturacak güçlü bağlardan da yoksun.


Zaten Szalay’un edebiyatta biçime dair durduğu yer, Erkek Dediğin’i bir kalıba sokmanın imkansızlığını gözler önüne seriyor. Bir söyleşisinde şöyle diyor: “Roman yazmaya devam edip etmeyeceğimi merak ediyorum. Biçimin kendisinden bütünüyle soğumuştum; başka yazma biçimleri arıyordum. Roman biçiminden soğumam –Roman niçin yazılır? Amacı nedir?– bir ölçüde devam ediyor.”


Szalay geleneksel roman formundan uzaklaşma çabası içinde ve bu yolda da çok sağlam adımlar attığı aşikar. Detaylara girerek anlatmayı tercih etmediği hikayeleri, tek karakter üzerine kurulu düşünsel girişimleri dilsel açıdan parçalayarak, onları şiirselleştirerek ama aynı zamanda şiire özgü o ruhu da dilin kendisinden çekip alarak gerçekleştiriyor. Szalay, kurmuş olduğu kısa cümlelerle tanımladığı olayları bize tekinsizin kıyısında gezinen bir dille anlatıyor. Neyse ki tekinsiz, dilde bütünüyle ifade edilemiyor – henüz! Szalay, kelimelerin üzerini örterek anlattığı şeylerin içeriğini açığa vuran bir yazar.

 

 


 

 

Görsel: Serkan Yolcu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.