Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dren’e karşı diren


Zayıf
Toplam oy: 1120
Güzel yaşama olanaklarını elimizden almaya, içimizi devlet drenleriyle boşaltmaya çalışanlara karşı şiirleriyle direnen şairlerle tanışmak, yeniden buluşmak için bundan iyi fırsat mı olur?

Müdahale ile mücadele arasındaki ses benzerliği müktesebat dışındadır; bunu baştan söylemeli. Ama öyle iki sözcüktür ki bu ikisi, birini fısıldasan öbürünü çağrıştırır. Hatta çağırır. Birbirlerine yapışık hareket ederler. Farklı kutuplarda, ters noktalarda yer bulmuşlardır tanımlarında oysa. Ömürleri olsa, ki vardır, sadece birbirlerini kollayarak, birbirlerini izleyerek tüketirler.

 

Sosyaldirler, siyasidirler; bireysellikten zerre pay çıkartmamışlardır kendilerine. Kişiye özgü müdahale, kişiye özgü mücadele diye tanımlanan şeyler büyük bir kaosun ufak uzuvlarıdır aslında. Kaosun mimarları ise müdahale ve mücadeledir anlaşılacağı gibi. İskambil kağıtlarından uzaya doğru yükselen dev bir kule benzeri tüm insanlık tarihi boyunca çatışma ringlerini daha yükseğe taşımışlardır. İskambilden dediysem, kolay yıkılabilir, devrilebilir imasında bulunmuyorum; süratle boy atabilmesini, el maharetini, zekayı işaret ediyorum.

 

Müdahalenin devlet, mücadelenin halk kaynaklı olduğunu tartışmıyorum bile. Uzayan, yükselen kule göğe değmesine ramak kala başka ülkelerden, başka kavgalardan da görülebilir. Bütünleşmenin kaçınılmaz yazgısında bu seyir hem keyif, bazen hem hüzün, hem öfke katlanması hem de direnç artışı sağlar. Tarihin oluşmasını da bilimden çok bu kaosun sonuçları belirler zaten. İzlenen çatışmanın taraftarından çok sözcüsünün olması ise özeleştiri mekanizmasını çalıştırmıştır. “Neden biz de onlar gibi değiliz, neden biz de orada değiliz, neden biz de cesaretimizi küçümsüyoruz?”

 

9 Ekim 1967 tarihi çoğu kimseye bir buluştan çok Che’nin öldürülüşünü hatırlatacaktır mesela. Çünkü insan insanlıkla değil, insanla ilgilidir hep.

 

Şiir her zaman oradadır

 

Müdahalenin varlık nedenini devlet şemsiyesi altında bir fikrin kalıcılığını, yaptırımını ve yönlendiriciliğini dayatmak sanmak saflıktır; müdahale disiplin, terbiyecilik, tek tipçilik kisvesiyle özgürlüğü blokaj ve sindirmedir. Hiçbir müdahalenin gelişime katkı için yapıldığı görülmemiştir. Müdahaleler gelişimi önlemek için yapılır.

 

Mücadeleler ise müdahalelerin daraltma, kıskaca alıp yönetme, hakları ve bağımsızlığı devlet elinden “uygun oranlarda” dağıtma şımarıklığını bertaraf etmek uğruna yapılır. Mücadelelerin partileşmemesi, örgütleşmemesi doğası gereğidir; kurumsallaşan her eylem devlete yakınlık duyma tehlikesi taşıyabilir çünkü.

 

Mücadelenin en büyük kaynakları halk, devrim ve modernizm/yeniliktir; müdahalenin kaynağı yoktur. O bir tek halkı kalabalığa, devrimi devşirmeye, modernizm/yenilik’i de ihtiyaç sınırları içinde kabule hapsedip kendi kurallarını uygular.

 

Mücadele mi sahiplenir, yoksa şairler mi dahil olmaktan onur duyar bilinmez ama, şiir her zaman oradadır. Şiir halkçıdır, devrimcidir, modern olmalıdır gibi bir sav çıkartılmamalı bundan. Şairin halkçı, devrimci, modern olması elbette kaçınılmaz; şiirin bu olguları göz ardı etmeden insanın yanında durmasını beklemek de gayet normal ve olağan. Edebiyatın diğer türleri gün gelir faşizme göz kırpabilir; ancak şiir için bu imkansızdır.

 

Bunu kanıtlayan bir antoloji var karşımda: Latin Amerika Şiirleri Antolojisi. “Eğer hâlâ aşk olsa tanıtırım kendimi./ Ve okyanusun başında bırakırım benliğimi” dizelerini kapağında öne çıkartan derlemeyi Ataol Behramoğlu ve Ebru Yener Gökşenli birlikte hazırlamışlar. Varoluş kavgasının dibine kadar yaşandığı coğrafyaların önemli şairlerinden örneklerle ilerleyen kitapta, kısa yaşam öykülerine de yer verilmiş. Ülke ülke ilerleyen antolojide Behramoğlu’nun tanıklıkları, Gökşenli’nin de Latin Amerika şiirinin genel tarihçesi üzerine yazdığı önsözler yol gösterici oluyor.

 

Güzel yaşama olanaklarını elimizden almaya, içimizi devlet drenleriyle boşaltmaya çalışanlara karşı şiirleriyle direnen şairlerle tanışmak, yeniden buluşmak için bundan iyi fırsat mı olur?

 

 

 


 

 

* Görsel: Mehmet Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.