Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dünyanın Uğultusu



Toplam oy: 1350
Sema Kaygusuz
Doğan Kitap

Sema Kaygusuz’un yeni kitabının yayıma hazırlandığını “bir şairin bir kitaba adlı adınca kahraman yapılmasının ilk” olduğu iddiasının sorulması sayesinde öğrendim. Türk romanı hakkında bir hayli malumat sahibi olmakla birlikte bu soru için doğrusu hazır bir cevabım yoktu.

 

 

 

Zaten bir yazarın bir şairi kahraman seçmesinin ve bunun bir ilk olmasının edebiyat açısından anlamı ve ehemiyyeti de yoktu. Üstelik biraz araştırma yapılsaydı eğer, ilklik iddasının hakikati yansıtmadığı görülebilirdi. Örneklerimiz çok eski değil; İsmail Pelit’in “İsmet Özel Cinayeti” ve “Enis Batur’u Öldürmek” romanları 2010 yılında yayımlanmıştı. İsmail Pelit belki gözden kaçmıştır ama Hıfzı Topuz’un 2011 yılında yayımlanan “Nazım Hikmet’in Romanı” alt başlıklı Hava Kurşun Gibi Ağır” romanı bir hayli tartışma yarattığı için hatırlanması zor olmamalıydı.

 

 

 

 

Saya saya değil, toplaya toplaya çoğalan

 

 

 

 

Alıştık artık; kitaplar dolaşıma girmeden önce edebiyattan ziyade satışı -ilgi çekmeyi, şaşırtmayı, özgünlüğü- gözeten “İngilizce yazdı, Amerika’da yayımlandı” ya da “ilk Türk polisiye yazarı” türünden reklam sloganlarını konuşuyoruz. Milletçe –nedense- çok sevdiğimiz “en” ya da “ilk” sıfatlarının böyle gereksiz kullanıldığı yerlerde “Balkanlar ve Ortadoğunun en büyük” diye başlayan boş böbürlenmeler geliyor aklıma.



Sema Kaygusuz gibi edebiyat alanında kendisini kanıtlamış bir yazarın magazinel reklam sloganlarına ihtiyaç duymadığını düşünüyorum. Ve ayrıca Sema Kaygusuz’un bu tarz sloganların beyhudeliğinin farkında olduğunu da eklemeliyim. Söz konusu farkındalığı “Karaduygun”da açıkça ortaya koymuş. Örnek mi? İşte Osman Şahin ile ilgili bir anekdotu aktardığı bölüm;



(Osman Şahin) “Demiş ki ‘Güzel anacığım, Türkiye’nin çok önemli bir kurumunun açtığı bir yarışmada yazdığım hikâyelerle “en” birinci oldum.’ Derken bir ay sonra yazara köyden bir mektup gelmiş. Okul defterinden yırtılmış bir kâğıda eğri büğrü harflerle yazılmış kısa bir mektup. Belli ki bir ilkokul çocuğuna yazdırılmış. Cevap şöyle: ‘Evladım, birinciliğini tebrik ederim. İnşallah ikinci de olursun, üçüncü de.’”(…) “Osman Şahin pek anlayamamış bu temenniyi, tezkereyi alır almaz köyüne dönmüş. Bakmış ki annesi bir elma ağacının altında kurutmalık elmalarla sofralıkları ayırıyor. ‘Anne’ demiş, ‘birinciliğimi beğenmedin mi?’ Annesi birkaç tane elmayı iki eliyle avuçlayarak oğluna uzatmış. Demiş, ‘Birinciyi ne yapayım, bak bunlar böyle yan yana daha çok.’” Ardından Sema Kaygusuz’un yorumu geliyor; “Diyeceğim, o kadın toplaya toplaya hissediyormuş dünyayı, saya saya değil.”

 

Biraz uzattık. Sözün kısası; edebiyatını binbir emekle biriktirdiği sözcükleri, deyişleri, cümleleri toplaya toplaya icra eden bir yazar olarak Sema Kaygusuz’un sayılarla, ünvanlarla, sıfatlarla işi olmamalı. Kaldı ki, “ilk”liğini bir kenara koyalım, “bir şairin bir kitaba adlı adınca kahraman yapılması”na dair kitap hakkındaki ön bilgilendirme, yol açtığı yanlış beklentiyle kitabın alımlanma sürecine zarar veriyor. 

 

 

 

 

 


Son yıllarda popülerlik kaygısı güden romanlarda en sık rastlanan eğilim yazarların kişisel algı ve duygulanımlarla, anıları veya biriktirdikleriyle, yolculuklan ve fantazma­larıyla, çocukları ve ana-babalarıyla, rastlayabileceğı ilginç kişiliklerle ve de özellikle ille de kendi ilginç kişiliğiyle, nihayet her şeyi eklemlemek üzere kendi görüşleriyle roman yazmaya kalkışmaları.

 

 

 

 

Tam da bu nedenle “Karaduygun”u Birhan Keskin hakkında bilinmeyenleri ifşa eden, sanatsal yaratımına ve hatta mahrem hayatına dokunan bir biyografi olarak düşünenler, dahası “Karaduygun”un reklamlarından esinlenerek bir roman yazmak için kendisine yazar/şair modeli arayanlar çıkabilir. Oysa ne “Karaduygun” bir Birhan Keskin biyografisi ne de yazmanın deneyimlenmiş yaşanmışlıklarla ya da hayal gücüyle ilişkisi var.

 

 

 

Hassas ve yaralı ruhlar

 

 

 

Yaşanmışlıklar ve hayal gücü kuşkusuz önemli ama bunlar yazar için henüz işlenmemiş malzemeler. Yaratıcı hayalgücü, imgeleri emer ve bastırır, sıkın­tılı geçen zaman dilimlerini budar ve dikkatimizi can alıcı nok­talara yönlendirir, içinde olduğumuz anın tek düzeliğine ve karmaşasına canlılık ve bütünlük kazan­dırır. Sema Kaygusuz’un Birhan Keskin’den, onun Kaygusuz’da bıraktığı bir imgeden yola çıkarak kaleme aldığı anlatı tam da böyle bir yaratıcı faaliyetin ürünü;

 

“Bana sorsalar şimdi, Birhan’ı neresinden tanırsın? Ne şairliğinden kavrayabilirim iyice, ne her gündönümünde katmerlenen meşrebinden, ne de hayretten beslenen fikrinden. Söyleyeceklerim hep eksikli kalır. Bir tek uykusuzluğunu tarif edebilirim onun. Zindeliğin, unutkanlığın, göz alıcı heveslerin nasıl boşa çıktığını, kendiminkinden önce Birhan’ın gövdesinden okurum.”

Sema Kaygusuz uzun metrajlı bir filme benzeyen hayatın içinden –hem Birhan Keskin’in hem kendisinin hayatının içinden-  fotoğrafik imgeler toplayarak yazmış “Karaduygun”u. İmgeler yığınından  bir seçim yapmış; gereksiz olanları elemiş, yalnızca okuyucuya bir algılam ve­ren imgeleri biriktirmiş ve bunları her zamanki incelikli, oyuncaklı ve zengin diliyle aktarmış.

 


Birhan Keskin’le başlayan ama Birhan Keskin’le sınırlı kalmayan yedi bölümlük “Karaduygun”da bir çok hikaye ve hikayecik anlatıyor Kaygusuz. Kimi zaman Musa Anter cinayetinin işlendiği geceye götürüyor okuyucuyu kimi zaman ölümü bekleyen kelebeklerin toplandığı bir vadiye. Hüzünle kedere neşenin çok az eşlik edebildiği anlatı boyunca insanın uygarlıkla ilişkisini sorgulamış. Birhan’ı ve anlatıcıyı rahatsız eden uygarlık ürünü kentlerin insan doğasına aykırılığı. En katlanılmazı, işkenceye dönüşeni ise biteviye marız kalınan sesler, uğultular, çığlıklar;

 

 

 

 

 

 

“Ne de olsa ses, ışıktan da seyrek bir varlık. Soğukta yavaşlayıp sıcağı bulur bulmaz konik dalgalar halinde hareket eden mahlukata dönüşüyor. Sesler ister istemez cisimleşiyor sonra. İmgelemde katılaşan bütün görüntüler, elbette Birhan gibilerin zihninde ürüyor sadece. Birhan gibiler derken, dünyanın uğultusunu içinden duyan karaduygun insanlardan söz ediyorum.

Aşkın bir duyarlılığı sıska bacaklarıyla taşıyan bu yeryüzü sürgünleri, nasıl ki seslerin cismaniliğini derinden biliyorlarsa, başlarındaki ağrıyı ucundan tutup iplik gibi yumağından çözebileceklerini de sanıyorlar. Her şeyi dokunulur kılan imgesel bir âlemde, kendi hatıralarıyla yeniden tasarlıyorlar dünyayı. O yüzden onların hayal kırıklığı başkalarınınki gibi limoni değil, genelde kan tadında oluyor.” Rahatsızlık seslerden kaynaklanıyor demek yanlış aslında; “o seslerle içeriye sızan kalın bir duyarsızlık”tır asıl katlanılmaz olan. 

 

 

 

 

Karaduygun”un kahramanı sadece Birhan Keskin değil. Birhan, Sema ve onlarla aynı duyguları paylaşanlar; taşı toprağı, börtü böceği, hayvanı ve insanı barındıran dünyanın insan tarafından hoyratça kullanımından, sahiplenilip yağmalanmasından rahatsız olanlar, hüzünlenenler, kederlenenler ve en çok da karaduygunlar Birhan Keskin karakterinde bütünleşiyorlar. Karaduygun insanların duyguları Sema Kaygusuz’un “tercümesiyle” sanki daha bir derinlik kazanıyor;



“Karaduygun insanlar, ben var mıyım, yok muyum, hangi zamanda, kimin içindeyim diye diye üflendiği neyi yadırgayan davudi bir ıslık gibi eğreti, üflediği ıslığı yabancılayan bir ney denli bigâne, her dünyevileşme ânını sancıyla yaşayan, can ile hayat arasındaki ölçüsüz uzaklığı kılcallarında hisseden, alınları doğuştan dövmeli insanlardır.(…) Aşk gibi ifşa edilemez bir muğlaklığın içinden bakmalı karaduygunlara. Onların dili, balmumu belleklerine mühürlenmiş çiviyazıları gibi resimli vakayinamelere benzer. Bütün öğürtülerin, hırlamaların, çığlıkların tercümesi yaslı dillerini bir daha tercüme edip Türkçeleştirmek için, Türkçeye harf harf muamele etmek gerek.”

Sema Kaygusuz giderek sağırlaşan bir dünyada hala duyarlı kalan insanların çektiği sıkıntıları görünür hale getirirken rüyalarla, metaforlarla dolu hem şiirsel hem çok kapsamlı ve kuşatıcı bir dil kullanıyor. Karaduygunların içsel yangınlarını, düşünce ve duygularını, bazen kimselere söylenemeyen küçük ayrıntılarda yakalamış Kaygusuz. Hayvanların, bitkilerin, evlerin, eşyaların, kokuların ve renklerin sesini de eklemiş.

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Kariyerist bir yazar adayından bol P&R soslu yeni bir bulamaç. Daha fazlası değil. Büyüyünce Elif Şafak olacak mı, kim bilir.

34%
66%

Bana biraz vasat geldi bu kitap. roman mı hikaye mi tam anlamadım da zaten ama Birhan Keskin ile birebir alakası yok onu söyleyebilirim.

43%
57%

Ben bu yazıyı tam anlamadım. Ömer Türkeş Karaduygun ile karşılaştırdığı kitapların Karaduygun'la hiç alakası yoksa e o zaman bu yazar ilk kez bir şey yapmış olmuyor mu? İlk kez olması niye bu kadar batıyor ki. Kitabı okumadım ama yazarın Milliyet sanattaki söyleşini okudum. Şimdi Karaduygun'u iyice merak ettim. Orada zaten diyor, Birhan Keskin kurmaca bir kişi olarak yazılmış. Yani Birhan yerine Seyhan koy sonuç yine aynı. Türkeş'in dediği kitapların biri biyografi, öbürleri incelemele, metinler arası denemeler . İsmail Pelit'in kitaplarından Enis Batur'u çıkarınca bakın bakalım ne oluyo? İnce ayar bakmak lazım,ben bile okumadan kadının ne yaptığını anladım!

57%
43%
Beğendim.

daha kötülerine hazırlanmalı."ilk Türkçe roman" reklam spotu olarak güzel durur...

38%
62%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.