Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Düzelti: Varoluşsal bir kara anlatı



Toplam oy: 1193
Thomas Bernhard
Yapı Kredi Yayınları

Thomas Bernhard, sistemle kavgası olan, ülkesi ve insanlarına açıkça kin besleyen –ve bunu her fırsatta dile getirmekten çekinmeyen- muhalif kişiliğini, geleceğe karşı umudu kalmamış bunalımlı, karamsar ruh halini romanlarına, kendine özgü tahrip edici üslubuyla yansıtır. Bu yüzden onun elinden çıkan her romanda yaşam, kendisinin dünyayı algıladığı biçimde sarsıcı, yıpratıcıdır: yüzü karanlığa dönük, karmakarışık, kötücül bir atmosfer ve bu atmosfer içinde çırpınan, çırpındıkça da daha çok dibe batan hastalıklı karakterler, onun vazgeçilmezleridir.

 

 

Tıpkı, ülkesi Avusturya için, “ruhsuz ve kültürsüz bir lağım” nitelemesi yapan Bernhard gibi Düzelti’nin kahramanı Roithamer de devletle, yerleşik düzenle bir türlü uyuşamayan, ayrıksı bir karakterdir. Öyle ki insan ruhunu yok ettiği, varoluşu içinden çıkılmaz, kasvetli ve gereksiz bir süreklilik haline getirdiği düşüncesi yüzünden hayatının en önemli amacı Altensam’dan, Avusturya insanından uzaklaşmaktır. Roithamer, kendi öz benliğine kavuşabilmenin, tekdüze yaşamaya mecbur bırakıldığı bu yerden kurtulmaya bağlı olduğunu her fırsatta hisseder: “... Roithamer bu duruma hep karşı koymuştu, yaşamı, varoluşu, yaşamda kalma varoluşunun temelinde her zaman Altensam’a karşı koymak vardı, asla Altensam’a teslim olmamayı, Altensam’da takılı kalmamayı, herhalde her zaman ve her şeyde düşünmek zorundaydı...”
 Romandaki ana izlek, Roithamer’in bu isyankar ruh yapısından besleniyor. Bernhard daha girişte, “Bir gövdenin sağlam olabilmesi için, tek bir düzlemde durmayan, en az üç dayanak noktası olması gerekir, diye yazmış Roithamer.” cümlesiyle adeta, bu ana izleği okura her zamanki gibi kolay kolay açmayacağını, farklı kollara ayrılan gövdenin daha gerçekçi olabilmesi için kaotik bir yapıya gireceğini haber veriyor.

 

 

Düzelti’de kurgu, tam anlamıyla bu doğrultuda şekilleniyor. Girift bir yapı var okurun karşısında: Olaylar, ismi belli olmayan ‘ben’ anlatıcının, Roithamer adındaki arkadaşının bıraktığı binlerce sayfalık dağınık yazıyı incelemesiyle başlıyor. Roithamer’in günlerini geçirdiği Höller ismindeki bir dostunun çatı katına, tıpkı Roithamer gibi misafir olarak taşınan anlatıcı, onun bıraktığı notları okuyarak, arkadaşının kişiliğinin ve yaşadıklarının gizemini çözmeye çalışıyor.

 

 

Bir sistem eleştirisi

 

 

Roithamer, kurulu düzeni boğucu bir baskı olarak gören, yenilikçi ve özgürlükçü bir karakter. Bu yüzden kalıplaşmış olan, insanı bir makina düzeninde içine hapseden, durağan ve kurallarla çevrilmiş ne varsa onlara daha baştan karşı çıkar. Çocukken bile, ailesinin yaşadığı yerde kalmak istemez Roithamer; her fırsatta kendini iyi hissettiği aşağı köylere kaçar, orada vakit geçirir.

 

 

Yaşamı boyunca ailesi tarafından dışlandığını, ötelendiğini hisseden Roithamer, bu konuda en çok da annesine içerlemiştir. Annesine olan sevgisizliği bir çeşit nefrete dönüşür; notlarında, “iğrenme ve tiksinme dışında” bir tek ortak notlarının dahi olmadığını üstüne basa basa tekrarladığı annesi hakkında çoğunlukla “Eferdingli bir kasabanın kızı olan kadın” şeklinde bahseder. Roithamer’e göre daha önce hayata karşı umut besleyen babasının ruhsuzlaşmasına, üç erkek kardeşinin düzene bağımlı, adeta soyut birer varlık olmasına neden olan annesinin olumsuz etkisi, yalnızca bunlarla da sınırlı değildir; annesi yüzünden ona “Altensam’daki her şey birden hastalıklı, hastalık bulaştırılmış olarak” görünür. Oysa Roithamer diğer üç erkek kardeşi gibi bu acımasız baskıya boyun eğmez, kendince annesine ve düzene karşı mücadele eder. Çünkü “...bir insandan başka bir insan asla yaratılamaz...” ve o da kendi isteklerine ve tercihlerine göre oluşan bir yaşamın peşinde koşar.

 

 

 Bu noktada bir parantez açmakta fayda var: Varoluşu süregiden bir sıkıntıda olma durumu olarak gören Bernhard’ın karakteri ile varoluş kavramına aynı çerçeveden bakan, varoluşçu felsefenin önde gelen isimleri Camus ve Sartre’ın karakterleri arasında belirgin bir fark göze çarpar: Yabancı’da Mersault ve Bulantı’da Roquentin, varolmak sancısıyla baş etmeyi ilk anda gözden çıkartmış, pasif ve edilgen kahramanlardır; oysa Bernhard’ın kahramanı Roithamer de varoluşu bir bunalım olarak görmesine rağmen, ilk gençliğinden itibaren varoluşu anlamlandırmaya çalışan, bu anlamın önündeki her şeyle karşılaşmayı göze almış, aktif ve mücadeleci bir yapıdadır.

 

 

Zaman ilerledikçe ailesine, ailesinin yaşadığı çevreye karşı geliştirdiği olumsuz tepki, Roithamer’in kişiliğinin de merkezine yerleşir; toplum kavramını iğneler sözgelimi; Roithamer suçluları, toplum denen olgunun hastaları olarak görür ve yine Roithamer’e göre “onları hastalığa sürükleyen toplum”dur. Toplum kadar, teker teker onu oluşturan insanlar, bu oluşumun yüzyıllar boyunca insan özgürlüğünü kısıtlamasına imkan veren devlet kavramı, Roithamer’in saldırısına maruz kalır: Onun nazarında -pekçok devlet gibi- Avusturya devleti, “Roithamer gibi bir çok insana karşı suçlu, vicdanında bütünüyle hain ve alçak bir tarih yatmakta (olan), devlet olarak daimi sapıklık ve orospuluk” içindedir.
Burada, Roithamer’in sesinden çok, yaşadığı süre boyunca kendi devletini eleştiri yağmuruna tutan, ülkesi ve insanlarından nefret eden ve bu nedenle de bir dönem Avusturyalıların tam anlamıyla sırt çevirdiği Bernhard’ın sesini duyduğumuzu söylemek doğru olacaktır.

 

 

Koni, yaşam alanı olur mu?

 

 

Ailesine ve yaşadığı topluma yabancılaşan Roithamer, çareyi Avusturya’dan uzaklaşmakta bulur. “...Tüm ömrü boyunca ve tüm güç varoluş boyunca kafasında Altensam’dan kopma dışında daha önemli bir düşünce olmayan” Roithamer, Londra’ya yerleşir. Hayatta kendisine yakın hissettiği tek kişi ise kız kardeşidir; Roithamer, üç erkek kardeşinin aksine kendisini anlayan, düzenin çarkları içinde kaybolmadığını düşündüğü kızkardeşi için bizzat kişiliğine uygun, yaşayacağı bir koni yapmaya karar verir: “Bunun için doğal olarak kız kardeşimin sürekli gözlemlenmesi gerekti, kız kardeşin çocukluktan itibaren sürekli gözlemlenmesi, onu her zaman iyice yakından ve her zaman bütünüyle ön yargısız gözlemledim, onun doğasıyla uğraştım, yaşamının her yılında, ona koniyi inşa etme fikrini geliştirmeden önce de, bunu yapmam en büyük avantaj oldu.”

 

 

Şehrin tam ortasına, hiçbir camı dahi bulunmayan bir yaşam alanı, bir koni inşa etme düşüncesi başta mimarlar olmak üzere, herkes tarafından çılgınca bir fikir olarak karşılanır. Üç erkek kardeşi, gülünç duruma düştüğünü söyleyerek böyle bir çalışmayı asla tamamlayamayacağını, bunun delilikten başka bir şey olmadığını söyleyerek onu vazgeçirmeye çalışır. Roithamer ise onların tüm itirazlarına rağmen, bir gecede ölen anne ve babasından kalan mirasın kendi payına düşen bölümüyle, tüm gücünü koninin inşasına verir. Koninin faydalı olacağı düşüncesinin yanı sıra, bunun genelgeçer kuralların yanında olan insanlar tarafından onaylanmaması da onun azmini kamçılayan, muhalif kişiliğini tetikleyen bir unsur olarak görülebilir.

 

 

Koninin inşası, romanda bir bakıma yeniliğin geleneğe karşı mücadelesi olarak okunmalı. Her zaman muhalif yapısıyla yeni çıkış yolları arayan Roithamer’in simgelediği yenilikçi anlayış, sabit kuralların, kalıplaşmış fikirlerin dışına çıkamayan üç erkek kardeşin simgelediği geleneğe karşı, imkansız olarak görünen koninin inşa edilmesiyle birlikte zafer kazanmış olur. Bunun paralelinde, toplum ve onun kuralları ile sürekli bir çarpışma içerisinde olan, kendi varlığını bulabilmek için bu nosyonlardan kurtulması gerektiğinin farkında olan Roithamer ve kız kardeşi de koninin inşasıyla çemberin dışına çıkarak, imgesel olarak, kişisel bağımsızlıklarına kavuşmuş olurlar.

 

 

Bernhard’ın koninin inşası düzleminde geleneğe yergisinin yanı sıra, bir ev yerine koni inşa etmesinin de anlamı var elbette: Şehrin tam ortasında fakat insanlardan tamamiyle izole edilmiş, dış dünyayla bağlantısı kopartılmış bir yaşam alanı oluşturmaya çalışması da onun insanlara karşı nasıl bir tiksintiyle yaklaştığının, toplum kavramına ne denli yabancılaştığının açık bir kanıtıdır.

 

 

“Kız kardeşime koni senin, sana ait, onu senin için inşa ettim, hem de tam Kobernausserwald’ın ortasına dediğimde, koninin etkisinin kız kardeşim üzerinde mahvedici etkisi olduğunu saptadım.” diyor Roithamer. Şehrin tam ortasında fakat şehirden, toplumdan ve yerleşik olan her şeyden uzaklaşarak tam manâsıyla varoluşsal hüviyetini kazanan kız kardeşin, bu tiksindirici dünyada yaşamasına Bernhard’ın içi el vermiyor olmalı: Koninin tamamalanması kız kardeşin üzerinde şiddetli bir etki yapıyor ve çok geçmeden de hastalanarak ölüyor. Roithamer de kız kardeşin ölümüne üzülmekle birlikte, bir anlamda onun varoluş bilmecesinden kurtulmasına seviniyor olmalı ki Pascal’ın şu sözünü not düşüyor kayıtlarına: “Huzur yaşam değildir, huzur ve mutlak huzur ölümdür.”

 

 

Aslında tüm buraya kadar anlattıklarım bir son değil; yaşananların ‘ben’ anlatıcı üzerindeki etkisi, Höller’in ve Höller’in evindeki çatı katının Roithamer için önemi ve kız kardeşin ölümünden sonra Roithamer’in aldığı radikal kararın yanında tüm bu yazılanlar, genel çerçevenin yalnızca bazı kırılma noktaları.

 

 

Her düzelti aslında bir yıkımdır

 

 

Roithamer’in koninin inşasına girişmesi; annesi, erkek kardeşleri, içine doğduğu toplum ve devlet gibi baskın güçler yüzünden mutsuz geçmesine neden olan hayatının onarılması amacını taşımakta. Koninin, aileden kopuk, sevgisiz geçen yılların ardından, sorunlu gördüğü her türlü dış etkenden uzaklaşarak kız kardeşi ve kendisi için bir sığınak, içe kapanış olacağını; dolayısıyla yaşamlarının ‘düzelti’sinin mümkün olacağını tasavvur ediyor Roithamer. Bu felsefi altyapı neticesinde düzelti, Tanpınar’ın Huzur romanındaki gibi kahramanların arayış içerisinde olduğu, fakat ne kadar ısrar ve çabayla peşinde koşarlarsa koşsunlar asla elde edemedikleri mutluluk ve huzur kavramlarını karşılıyor.
Düzelti aynı zamanda, sürekli tekrarlanan bir olgunun kabuk değiştirmesi, öz varlığından ayrışması anlamında. Höller’in çatı katında Roithamer’in notlarıyla başbaşa kalınca, bir an her şeyi geride bırakıp, kaçarak oradan uzaklaşmayı düşünen anlatıcının korkusu bu yüzden.

 

 

Öyle ki Roithamer de daha sonra anlatıcıya kalacak olan karmaşık notlarını bir ara düzeltmeye çalışır, oysa her düzeltme çabası sırasında sayfalar asli hallerinden uzaklaşmakta, yepyeni bir forma kavuşmaktadır; bu da öz’ün başkalaşması sonucunu ortaya çıkarır. Yani her düzelti benliğin bir dönüşümü, asli olanın yıkımıdır. Öyle ki, koninin inşasıyla her şeyi yoluna koymaya çalışan Roithamer de kız kardeşinin ölümüyle, bu yıkımların en acısına şahit olacak ve onda, “her düzelti mahvetmek, yok etmekmiş” fikrinin yerleşmesine neden olacaktır.   

 

 

Sıkıca bağlandığı koninin inşasının tamamlanması, kız kardeşin ölümcül hastalığını tetikleyince düzelti kelimesi, Roithamer’in zihninde tekrar anlam değişimine uğrar ve artık yalnızca ölümü karşılar: “Ama günün birinde, bir andan ötekine yapmak zorunda olduğumuz şeyi yaparız ve o zaman kendi düzeltilerini yapmış olanlardan, kendini öldürmüş olanlardan ayırmayız kendimizi.”    

 

 

Bernhard, sıkça tekrarladığı, katlayıp açtığı, kimi zaman da anlam değişikliklerine uğratarak olayların akışıyla imgesel bağ kurduğu düzelti kelimesini romanın yapısına, incelikle işlenmiş bir leitmotive olarak yerleştirmiş.
Postmodern edebiyat: Sınırların ihlâli 

 

 

Atlatılması zor bir hastalığa yakalanan, ümitsiz, siyasetten mimariye, toplumdan devlete kadar her türlü sistematik olguya karşı çıkan Roithamer, bu özellikleriyle, adeta yazarı olan Bernhard’ın kurmacaya yansımış bir gölgesi.

 

 

İkisinin arasındaki en belirgin özelliklerden biri de yeniliğe bakış açıları. Başkalarının görüş ve kurallarından arınmış, kendine özgü bir hayat kurmaya çalışan Roithamer gibi Bernhard da yüzü her açıdan yeniliğe dönük bir anlayışa sahip. Öyle ki siyasi ve sosyal söylemleri dışında, edebiyatta da yeni olanın peşinde koşuyor Bernhard.

 

 

Öncelikle, romanın yapısının, modern roman çizgisinden çok ayrıldığını, olayların bir bütün üzerinde akmadığını söylemek gerek. Klasik anlatının sınırlarıyla oynuyor Bernhard: Tıpkı giriş cümlesinde de üstüne basarak vurguladığı gibi, Düzelti’de olaylar postmodern romana uygun olarak birbiri içine girmiş vaziyette, dağınık ve sistemsiz olarak ilerliyor. Yanlış anlaşılmamalı: Bu dağınıklık bir hata değil, bilerek yapılmış bir tercih; konunun tek bir çizgi üzerinden ilerlememesi ve ayrılan parçaların çoğu zaman aynı noktada birleşmesi, romandaki gerçeklik duygusunu ve alınan lezzeti arttırıyor.
Yine Bernhard’ın romanın giriş cümlesini, devam eden sayfalarda okurun kurmaca bir dünyayla karşı karşıya kalacağını baştan haber vermesi için başkahraman Roithamer’den alıntılaması da, her şeyin bir oyun olduğunu ortaya koymaya çalışan postmodern ifade yöntemlerinden. Keza, ‘ben’ anlatıcı ile Roithamer’in günlüklerinin araya karışması sayesinde oluşturulan birden çok anlatıcı tarzı da postmodern anlayışın metne yansıma seçeneklerinden biri.

 

 

Bernhard’ın romanlarında en çok göze batan yön ise elbette onun eşsiz dili. Bütün morfolojik bilgileri alt üst ediyor Bernhard. Kendini tekrar eden cümleler, anlam karışıklığına yol açan belirsiz ifadeler onun eliptik kurgulu fakat tesirli ve parçalanmış dilinin bir sonucu. Morfolojik yapıyı böylesine alaşağı eden Bernhard’ın romanlarındaki dil konusunda aradığı asıl nokta ise fonetik. Müziğe ayrı bir düşkünlüğü olan ve bu konuda eğitim de alan Bernhard, cümlelerin anlamından ya da tekrarından çok, müzikal bir seviyeye ulaşmasına dikkat ediyor ve buna bağlı olarak da Düzelti’de, sürekli yükselip alçalan, hareketli bir müzikal üslup oluşturmayı başarabiliyor.

 

 

Düzelti, özgün ve başarılı bir kara anlatı; siyasete, devlete, modern insanın yaşam biçimine, dünyasına ve varoluşuna karşı yapılan sivri dilli, sert bir eleştiri. Kısacası, alışılagelmiş keyifte bir Thomas Bernhard romanı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.