Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ey Perec’in oyuncu ruhu!



Toplam oy: 1449
Georges Perec
Sel Yayıncılık
Perec her okura kendi okurluk deneyimiyle başka başka şeyler çıkaracağı bir yankı odası sunuyor. Hepimiz, kitabın önsözündeki “Hoşgeldin okur…” sözleriyle hem bir Perec bulmacasına hem de kendi kuracağımız bir bağlantılar evrenine buyur ediliyoruz.

"Georges Perec okumak için kişi kendini oyun ruhuna teslim etmek zorundadır. Perec’in kitapları entelektüel tuzaklarla, göndermelerle ve gizli sistemlerle bezelidir ve müthiş eğlencelidir."

 

 

                                                                                                                                                        Paul Auster

 

 

 

 

 

Geçtiğimiz ay Türkçe okurlarıyla buluşan Paralı Asker vesilesiyle Georges Perec yine edebiyat gündemimize yerleşmiş oldu. İyi de oldu, çünkü kendisinin vaat ettiği bilmeceli bulmacalı okuma yolculuğu bendeniz gibi bir kitabı okuduktan sonra onu kapatıp gitmektense onunla bir süre kalmayı seven, okuduğu hikâyede bulduğu izleri kitaplığına dönerek çözmeyi uman okurlar için biçilmiş kaftan. Hatta biçilmiş bir kırk yamalı bohça…  Bazı parçalarda yazarın çocukluğunda yaşadığı kayıpların hüznü, bazılarında arşivciliği, bazılarında kendi okuma deneyimlerinin izi var. Zira Perec her okura kendi okurluk deneyimiyle başka başka şeyler çıkaracağı bir yankı odası sunuyor. Hepimiz, kitabın önsözündeki “Hoşgeldin okur…” sözleriyle hem bir Perec bulmacasına hem de kendi kuracağımız bir bağlantılar evrenine buyur ediliyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

Paralı Asker o harika açılış cümlesi ile başlıyor: “Madera ağırdı.” Gaspard Winckler aylardır sahte bir Antonello tablosu üzerinde çalışmaktadır. Senelerdir sahte tablolar yaparak epey rahat ve lüks bir yaşam süren Winckler artık yaşadıklarıyla bir hesaplaşmaya girişmiştir. Yaptıklarından yola çıkarak var oluşunu sorgulamaya başlar. Sahte tabloların ressamının hayatı ne kadar gerçektir? Winckler kendi kişiliği ile ne kadar var olabilmiştir bu hayatta? Ona rahat ve iyi bir hayat sunan, fakat karşılığında onu herkesten uzak, bir yeraltı hücresine kapatan bu adamlar onu sömürmüştür, onu kurban etmişlerdir. Peki, o ne yapmıştır? Kurban rolünü kabul etmiş, kendini fildişi kulesine kapatarak, paranın, seyahatlerin, kısacası himaye edilmenin tadını çıkarmıştır. Peki ya ne karşılığında? Kişiliğinden vazgeçmesi mi? Tüm bu sorularla cebelleşmeye başlayan ve bir türlü kurtulamayan Gaspard Winckler çareyi kendine meydan okumakta bulur. Paralı Asker’den yola çıkarak, bir başka Paralı Asker yapmalıdır. Aynı düzeyde, ama farklı… Antonello’yu düelloya davet etmiştir, ne bir gölgeden ibaret kalacaktır artık, ne de himaye edilmiş yetenekli çocuktan… Fakat kaybeder, hazır değildir, o kadar da yetenekli değildir. O aslında olduğunu sandığı kişi değildir. İlk cümlenin arkasındaki hikâye budur işte: Kendisi için sahte tablolar yaptığı Madera’nın gırtlağını kesmiştir sonunda. Cesedi taşırken buluruz onu ve tüm hikâyeyi geriye sararak okuruz hafızasından.

 

 

 

 

Ne tesadüftür ki aslında bu kitabı okurken Perec’in romancılığını da başa sarıyoruz. Yazdığı ilk ciddi roman, tam da yazarlığa adım attiğından emin olacakken reddedilmiş… Yaşam öyküsünün yansımaya başladığı, yazım tercihlerinin ilk ipuçlarını ele veren bir başyapıt bu. Karmaşık ama bir o kadar da cazibeli. Türleri karıştırmayı, göndermeleri gizli köşelere saklamayı sonra da perdenin arkasında bir yerlere saklanıp olanları izlemeyi seven bir tarzı ele veriyor. Ve tüm bunları yaptığında yirmi beş yaşlarında… Biraz daha geriye gidersek yazar olmaya on sekizinde karar vermiş. Başkaları gibi tereddüt etmemiş, gençlik heyecanıyla kafası karışmamış, (şimdi geriye dönüp baktığımızda kestirilebilen şey ise) olmak istediği kişiyi biliyormuş, öğrenmesi gereken sadece o olup olamayacağıymış sanırım. Romandaki Gaspard gibi hasbelkader atılmamış bu işe, iyi olduğundan yapmayı seçtiği bir iş değil yazarlık, karar verdiği andan itibaren kendini bilinçli bir şekilde geliştirdiği ve bunun sonucunda gerçekten iyi olduğu bir iş… mi acaba? Bunlardan hangisinin doğru olduğunu bilmemiz ne kadar mümkün? Gaspard hazırlık evresiyle günler hatta aylar geçirir, fırçalarını temizler, müzeleri gezer, gerekli tüm bilgileri okur ve sonunda her şeye rağmen başarısız olur… Georges ise tüm iyi yazarları okur, başka herhangi bir B planı bile düşünmeden kendini tamamen yazarlığa adar ve… ilk yapıtı Paralı Asker reddedilir. Ama neyse ki biz hikâyenin sonunun bu olmadığını artık biliyoruz. Gerçek hikâyede ilk yapıt yazımından tam otuz yıl sonra ortaya çıkıyor ve oyun yeniden başlıyor, bu sefer okuduğumuz, sonu hayal kırıklığı ile biten bir hikâye değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir de son dakika haberi ki bu haber de hiç sürpriz değil. Oyunun doğası gereği, onu yeniden oynamamız için bize yeni bahaneler sunuyor sadece. “Gerçek nedir?” sorusuna kafayı takmış bir kurgu yazarı olan Perec’in rüyalarını da biriktirdiği ortaya çıktı. The New York Review of Books’taki habere göre Perec, yaşamı boyunca gördüğü 124 rüyayı kaydetmiş. “Gördüğüm rüyaları kaydettiğimi sanıyordum”, diyor rüya hikâyelerine geçmeden önce. “Fakat çok geçmeden fark ettim ki bir süre sonra sadece onları yazmak için rüya görmeye başlamışım.”  “The Vendor” (Satıcı) isimli rüyada, Perec karısını öldürmüş, onu kabaca parçalara ayırdıktan sonra bir kutuya koyup kutudakileri satmak amacıyla yola çıkıyor...  Her şey tastamam bir kutuya sığdığından, taşımanın kolay olduğunu düşünüyor. (Madera kadar ağır değil) Belki de bir bütünü taşımaktansa, bütünü parçalara bölüp anlatmak pardon yüklenmek daha kolaydır. İpuçları bitmiyor… Ne dersiniz oyun yeniden başlasın mı?

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.