Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Faulkner’ın öykücü olarak portresi



Toplam oy: 98
Elimde bir öykü derlemesi var, Emily’ye Bir Gül. William Faulkner’ın “Emily’ye Bir Gül”, “Ambar Kundakçısı”, “Kırmızı Yapraklar”, “Carcassone” ve “O Akşam Güneşi” gibi önemli öyküleri yer alıyor içinde. Derleme, Faulkner’ın romancılığına oranla gölgede kalan öykücü yanını ortaya çıkarması açısından kıymetli.

William Faulkner’ı romancı olarak biliriz. Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı gibi benzersiz romanlarını okumuş olmak yeter bunun için. Halbuki Faulkner aynı zamanda öykücü ve şairdir. Gerçi okuduğum birkaç şiiri, şiir konusunda ısrarcı olmamasının gayet isabetli bir karar olduğunu düşündürmedi değil ama öyküleri için aynısını söyleyemem. Şu sözünü buraya iliştirirsem onun öykücülüğünü niçin önemsememiz gerektiğini daha iyi anlarız: “Ara sıra kendinizden utanmadıkça, dürüst değilsiniz demektir. İtiraf edeyim, ben başarısız bir şairdim. Zaten her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını anlayınca şiirden sonraki en meşakkatli tür olan öyküyü dener. Onda da başarısız olursa, romana geçer.”

 

Anlayacağınız, en az Faulkner romanları kadar sağlam öykülerden bahsediyoruz. Şahsen, yayınlanmış ilk öyküsü olan ve elimdeki derlemeye adını veren ve bugüne dek sayısız şarkıya, resme hatta başka romanlara ilham olmuş “Emily’ye Bir Gül”ü bilhassa seviyorum. Faulkner’ın yarattığı düşsel Yoknapatawpha County’nin henüz adı bile geçmiyor ama romanlarında sürekli karşımıza çıkan bu bölgenin ilk provaları belli ki bu öyküde yapılmış. Olaylar, Amerikan İç Savaşı sonrasında geçiyor. Güney yenilmiş, köleliğin ortadan kalkmasıyla birlikte büyük çiftlikler yok olmaya yüz tutmuş.


Tortunun yükselişini okuyoruz
Öyküye adını veren Bayan Emily Grierson, eski düzenin geride kalan son temsilcisi olarak çıkıyor karşımıza. Endüstriyel üretimin, makineleşmenin yavaş yavaş diğer alanlara sızarak sonunda her yeri işgal ettiği yeni bir ülke düzeninde varlığını inatla, kararlılıkla sürdürüyor. Yanında kalan tek kişi, bir zamanlar kölesi olduğu anlaşılan siyah bir uşak. Faulkner’ın usta işi anlatımından, bazı siyahlar için yeni düzenin pek istenir bir şey olmadığını, onların da bu yeni düzende sudan çıkmış balığa döndüklerini, bu yüzden de eski “sahiplerine” bir tür bağlılık hissettiklerini sezebiliyoruz.
Faulkner öyküyü örtük de olsa birinci çoğul şahıs dilinden yazmış, bu da okurda daha ilk satırlardan itibaren anlatıcının belirli bir topluluğun parçası olduğu ve o topluluğun adına konuştuğu yahut doğrudan o topluluğun kendisi, mesela kasaba halkı olduğu izlenimi uyandırıyor. Olay örgüsü gene gayet Faulknervâri bir biçimde sık sık sapıyor kronolojiden. Bu da anlatıcının, izlenimlerini ve tanıklıklarını bilinçakışı tekniğine uygun olarak, yani olduğu değil, aklına geldiği, hatırladığı sırayla aktardığını düşündürüyor. (Tabii bu durumda anlatıcının güvenirliği adamakıllı meçhul hale geliyor. Doğru hatırlamıyor da olabilir, düpedüz yalan söylüyor da olabilir. Bu tip anlatılarda hep merak edilen şey, yani bütün bunların kime anlatıldığı kısmı iyice belirsiz. Anlatıcı konuşuyor mu, yazıyor mu, kelimeler kendi zihninde mi yankılanıyor, kestiremiyoruz. Bende uyanan his şu: Yıllarca süren bir dedikodu silsilesinden geriye kalan tortuyu ve o tortunun beklenmedik bir olayla birlikte irkiltici bir şekilde yeniden dalgalanışını, yükselişini okuyoruz.
Faulkner’ın cansız nesneleri anlatırken onlara karakter atfetmesi, kişileştirmesi öyküdeki en çarpıcı ayrıntılardan. Tamirhaneler ve çırçır makinelerinin bir tür endüstriyel ordu gibi gelişini anlatırken, sanki onları insanlar idare etmiyormuş gibi, “sınırları sinsice açarak kasabaya girdiklerini ve kasabanın en muteber isimlerini silip süpürdüklerini” söylemesi bir örnek. Bayan Emily’nin “çırçır makineleriyle benzin pompalarının tam ortasında inatçı ve işveli bir çürümeyle yükselen evinden” söz etmesi de...

Siyah giyinen kadının imgeleri
Öykü, metaforlardan beslenerek gelişiyor. Gölge ve toz metaforu mesela. Gölge, evlerin içinde saklanan sırlara, toz ise zenginliğin, gücün elden gitmesine, çürümeye, ölüme işaret ediyor. Renkleri, metal türevlerini de birer metafor olarak kullanıyor Faulkner. Bayan Emily’nin zinciri, bastonunun topuzu, salondaki şövalenin yaldızı hep altın ama eskidikleri için pırıltılarını yitirmiş, donuklaşmışlar. Bayan Emily’nin demir grisi saçları da zihnimize çakılıyor. Faulkner, yaşlanmış, saçları apak olmuş bu kadını anlatırken başka kelimeler de seçebilirdi ama herhalde hiçbiri Bayan Emily’nin “Eğer ben bir şey istemişsem o mutlaka olur,” diyen karakterini “demir grisi” imgesinden daha iyi anlatamazdı. Hep siyah kıyafetler giyen karakterimiz, ailesini, gücünü, zenginliğini kaybetmenin değil sadece, yalnız kalmanın, sevilmemenin ve daha kim bilir nelerin de yasını tutuyor.
Ölüm temasının birçok farklı açılımını içeriyor öykü. Güney’in ölümü, büyük çiftlik sahiplerinin ölümü, kibrin ölümü, sevincin ölümü, aşkın ve tutkunun ölümü, deliliğe yapılan vurgu göz önünde bulundurulursa, aklın ölümü... Bitmeyen bir düğünü ve hep ertelenmiş bir cenazeyi okuyoruz aslında. Başından beri hissettiğimiz o ürperten şey, yani “damadın” düğün gecesi ölmesi ve bunun “gelinin” elinden olması finalde yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
İçinde on yedi öykü bulunan Emily’ye Bir Gül, çağdaş romanın belki de en büyük temsilcisinden bir nevi öykü yazım dersi olarak da okunmalı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.