Herkesin bildiği bir kabusu anlatmanın birden çok yolu var; Holocaust üzerine yazılmış yüzlerce kitap, çekilmiş onlarca film ve belgesel de bunun kanıtı. İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden yıllar geçmiş olması, yaşananların Yahudi toplumu üzerindeki etkisinin geçtiği anlamına gelmiyor elbette ve Michel Laub, Bir Düşüşün Güncesi ile bizlere bunu belki de daha önce bakmadığımız bir pencereden sunuyor.
Anlatıcının dedesi; Auschwitz’den sağ kurtulmayı başarmış ama tüm ailesini ve ruhunu ardında bırakarak zar zor Brezilya’ya ulaşmış bir adam. “Hayatta kalan” olmanın, tüm hayaletleri sonsuza kadar taşıyacağını bilmenin ama yine de umut etmenin canlı örneği. Karaya ayak bastığında içtiği ilk sütten zehirlenmesini bile yıllar sonra bambaşka şekilde anlatacak kadar unutabildiğine inanmak isteyen bir adam. Kitap boyunca gerek günlüğünden birkaç parça okuduğumuz gerekse bir gölge gibi sayfaların arasında dolaşan dede, her ne kadar anlatıcı aksini iddia etse de, Holocaust’un timsali olarak karşımıza çıkıyor.
Yaşamadığı anıları sahiplenen babası ise, kendi babasının unutuşuna inat, hatırlamak ve hatırlatmak için yaşıyor. Ta ki oğlu, 13 yaşındayken Yahudi olmayan sınıf arkadaşına yapılan ölümcül bir şakaya katılana kadar. “Kurban” Yahudi algısı, oğlunun nefretle söylediği sözlerle paramparça olan babanın, tıpkı kendi babası gibi susması da bu zamana denk geliyor.
Neredeyse 40 yaşına gelmiş olan anlatıcıyı ise, yaşadığı travmatik olaydan sonra sistemli bir şekilde hayatını mahvederek geçirdiği yılların ardından tekrar ailesine bağlayan yine başka bir travma oluyor. Unutmayan babanın Alzheimer yüzünden bambaşka bir insana dönüşmesi ve ne çiğ bir şakadır ki bu hastalığın Alman bir psikiyatr tarafından keşfedilmiş olması. Yazarın anlatısına böylesi ayrıntılar serpiştirmesi, olayların ve kelimelerin sürekli tekrar etmesi, okuru bir labirentin içine hapsediyor ve karakterlerin sıkışmışlığına ortak ediyor.
Hafıza ve unutuş
“İnsan Auschwitz’den sağ çıkmış öz babasından nasıl bu kadar nefret edebilir?” sorusu, gerçekten de anlatının mihenk taşı. 20. yüzyılın en büyük trajedisinden sağ kurtulmanın bedelinin kuşaklarca sürebileceğini nasıl da görmezden geldiğimizi hatırlatırken, oldukça “acımasız” Michel Laub. Unutmanın da en az hatırlamak kadar ağır bedelleri olduğunu ve nefret beslemenin her kalbe aynı zehri saldığını yüzümüze çarpıyor.
João’nun düşüşü, Auschwitz ve Alzheimer üzerinden, insanı hayattan koparan suçluluk hissini, hafıza ve unutuşu işlerken metni kısa parçalara bölerek okura nefes almak için küçük molalara imkan veriyor. Çünkü bizim kolayca kanıksadığımız dehşet, ne acı ki hâlâ insanların ruhlarını kemiriyor.
Bu kitabı “benzerlerinden” ayıran önemli noktalardan ilki, Auschwitz’in anlatıcının hayatında doğrudan izlerinin bulunmaması. Her ne kadar günlüklerden alınmış notlarla bu atmosfer bozulsa da, sonuç olarak bir yaşamöyküsü değil. Diğeri ise, karakterlerin trajik kurbanlardan ziyade, içlerinde yaşattıkları katıksız öfkeyi her fırsatta dışa vuran kişiler olarak gösterilmeleri. Şimdiye kadar okuduğumuz çoğu eserden oldukça farklı bir çerçeve çıkıyor karşımıza.
Hiç beklemediğimiz anda karşımıza çıkan geçmişin hayaletleri, neyle karşılaşacağımızı çok iyi bildiğimiz ancak açmaya korktuğumuz kapının ardına itiyor bizi. Gerçeklikten kaçıp “olması gereken dünya”ya inanmak istiyoruz. Belki de bizim de ihtiyacımız, her şeyden uzaklaşabileceğimiz bir odadan fazlası değil.
Yeni yorum gönder