Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Göçmenler



Toplam oy: 1348
Tahar Ben Jelloun
Kırmızı Kedi Yayınevi

Faslı yazar Tahar Ben Jelloun Avrupa’da en tanınmış Arap yazarlar arasında sayılır. Elbette bunda Joullun’un Fransızcayı tercih etmesinin de rolü olmalı. 1984'te Fransız Yazını Yüksek Konseyi'ne seçilen, 1987de Kutsal Gece romanıyla Fransa'nın en prestijli edebiyat ödülü Goncourt’u kazanan Tahar Ben Jelloun, yaşamını da Fransa’da sürdürüyor.

 

 

Jelloun ismi bize de yabancı değil. İlk kez 1988 yılında Kutsal Gece'si çevrilmişti. Sonra sırasıyla  Kum Çocuk, Tanca'da Sessiz Bir Gün, Bay Ahlak´ın Çöküşü, Kör Melek, Hata Gecesi, Yoksullar Hanı, Duygular Labirenti, Işığın O Kör Edici Yokluğu, Gitmek, Son Arkadaş, Beckett Ve Genet - Tanca'da Bir Çay sayesinde yazarın edebiyatını ve temalarını yakından tanıma fırsatı bulduk. Joullun’un Türkçe’deki diğer kitapları hikayelerini derlediği Efsunlu Aşklar, şiirlerinden oluşan Devenin Söylediği ve çocuklara yönelik Kızıma Irkçılığı Anlatıyorum adlı denemeleriydi. Jelloun’un Türkçeye çevrilen son kitabı ise -2008’de yazdığı- Ülkemde oldu. 

 

 

Merak edenler için biyografisini kısaca özetleyelim; 1944 yılında Fas'ta doğdu. Ortaöğrenimini, ailesiyle birlikte gittiği Tanca'da yaptı; ardından Rabat'ta yükseköğrenim gördü. Tetuan ve Casablanca'da öğretmenlik yaptı. 1971 yılında Fransa'ya göç ederek sosyoloji ve sosyal psikiyatri okumaya başladı. İlk şiir kitabını (1971) ve ilk romanını (1973) Paris’te yayımladı. Kum Çocuk (1985) ve bu romanın devamı niteliğindeki Kutsal Gece (1987) romanları sayesinde ünlenen ve  Goncourt Ödülü'nü kazanan Tahar Ben Joullun’un eserleri çok sayıda dile çevrildi..

 

 

 

 

 

 

Nasıl da hızlı geçer zaman…

 

 

Ülkemde, ekmek parası kazanmak için Fas’taki köyünden Fransa’ya göç eden bir adamın  hayatını anlatan kısa ama pek çok konuyu tartışmaya açan bir roman.

 

Romanın kahramanı Muhammed yoksulluk canına tak dediğinde -5 Eylül 1962’de- köyünden yirmi erkekle birlikte Fransa’ya yollanmış. “Fransa sizi bekliyor, bizi utandırmayın, adam olun, asker olun, ülkemizi la­yıkıyla temsil edin!” demişler gidenlere. “Fas sizi asla bırakmayacak, daima sizinle olacak, onu unutmak mümkün değil, Fas da sizinle birlikte göç ediyor, sizi izliyor, size rehber­lik ediyor ve sizi koruyor,” sözü vermişler. Kuşkusuz kendisini izleyen, kollayan, destek çıkan Fas’ın varlığını hiç duyumsamamış Muhammed. Ancak dinini, ırkını ve ülkesini hiç unutmamış. Paris’in yoksul işçi mahallelerinde, kendisi gibi Mağripli göçmenler arasında, Fransızlara pek az temas edilen bir hayatta zaten unutamazmış.

 

Çalışmış Muhammed. Dürüst ve inançlı bir aile babası olarak aynı fabrikada tam kırk yıl geçirmiş. Hikaye anlatım zamanında artık çalışma hayatının sonuna gelmiş, emekliye ayrılmaya hazırlanır bir halde karşılaşıyoruz Muhammed’le. Ama emekliliğe hiç hazır değil; çünkü “çalışmayı bırakmak, kırk yıldır sürdürdüğü bir düzeni değiş­tirmek, alışkanlıklarından vazgeçmek, sabahın beşinde kalkma­mak, gri gömleği giymemek, yeni bir yaşama uyum sağlamak, deri değiştirmek, zihniyet değiştirmek, koltuk değneği vazifesi gören, onu yönlendiren eski alışkanlıklarına ihanet etmek, çalış­mayı bırakmak kibar kibar can sıkıntısını öğrenmek demektir, üzüntüye düşmeden boş durmayı öğrenmek demektir”. Muhammed ise yeni bir şeyler öğrenmeye hiç hazır değildir. Kendisini yaşlı hisseder. Ükesinden uzakta olduğunu duyumsar. Fransa’da her zaman hisettiği yabancılık hissi -ailesi de dört bir yana dağıldıktan sonra- şimdi daha da bunaltıcıdır. Köyüne dönecektir Muhammed; yaptırdığı o tuhaf, kocaman eve. Hayali bu evde bütün ailesinin bir araya gelmesidir. Evin verandasında oturup çocuklarının gelmesini umutsuzca bekleyecektir.

 

 

Tahar Ben Jelloun,roman kahramanının bekleyişini tasvir ettiği bu sayfalarda -diğer romanlarına da damgasını vuran- hüzünlü havayı yine iyi kullanmış;

“Kimse gelmedi. Ne bir araba sesi, ne bir toz bulutu, hiçbir şey. Çevrede, doğal olmayan bir sessizlik hakimdi. Tek bir kuş, tek bir böcek bile havada uçmuyordu. Hiçbir şey kıpırdamıyordu. Her şey donmuştu. Sanki yüksekten gelen bir buyrukla herkes susmuştu. Onun içindeki sessizlik, dünyanınkini bastırıyordu. Oradaydı, orada duruyordu, yüreği bekleyişle ve sorularla dolu bir halde. Sadece bir dua mırıldandı, son bir yakarış gibi.”

 

 

 

 

 

Kimlik meselesi

 

 

60’lı yıllarda başlayan bu göç hikayesini okurken bir an için gözlerinizi kapatın; Fas yerine Türkiye’yi, Fransa yerine Almanya’yı koyun. Muhammed’in ismini ve dinini değiştirmenize gerek yok, pasaportundaki ülke adını düzeltin sadece. İşte o zaman Ülkemde'nin bizim hikayemizi de anlattığını göreceksiniz. Tahar Ben Jelloun Faslı bir köylünün silik ve sıradan hayatını, ekmeklerini kazanmak için yurtlarını terk etmek zorunda kalan mültecilerin evrensel dramına dönüştürmüş.

 

 
2011 yılında ellinci yılını andığımız,  Almanya ile simgelenen işçi göçünün Türkiye insanına yansımaları edebiyatımızda önemli bir yer tutar. O yılların muhalif bakış açısında önemli olan konu yoksulluktu ve Türk romanına Almanya göçü daha çok yoksul insanların dramları biçiminde yansımıştı. Yoksulluk kuşkusuz göçün itici gücü ama göç kavramı memleketini terk edip gurbete gidenlerin bireysel travmalarıyla, kent hayatına çektikleri yabancılıkla, kimliksizleşmeleri, geleneksel değerlerini yitirmeleriyle de ilgili. Göçün ve göçmen sorunlarının Fas edebiyatı tarihinde nasıl ele alındığını bilmiyorum ancak Jelloun’un konuya yaklaşımında bugünün paradigmalarının öne çıktığını söyleyebilirim; yalnızlık, yabancılaşma ve en çok da kimlik problemleri…

 

 

Tahar Ben Jelloun göç, mültecilik, yurtsuzluk, kimlikler arasında sıkışmışlık gibi konulara ağırlık veren bir yazar. Mesela Gitmek romanında mültecilik meselesini daha yakın zamanlardaki görünümüyle incelemiş ve “insan vatanını neden terk etmek ister” sorusuna yanıt aramıştı. Ülkemde'nin kahramanı Muhammed’inki gönüllü bir terk ediş değil ama ülkesine dönmek fikri ancak ölmeye yatmak zamanı geldiğinde düşüyor aklına. Çocukları, aslında Fransa’da doğup büyümüş genç Mağriplilerin tamamı -tıpkı Avrupa’da büyüyen ikinci kuşak Türkler gibi- geriye dönmeye hiç gönüllü değiller. Jelloun bu durumu soğukkanlı bir bakışla değerlendirirken gelişmiş ülkelerdeki hayatla üçüncü dünya ülkelerindeki hayatı karşılaştırmış. Demokrasinin bir hayal olmaktan öteye gitmediği, geleneklerin ağırlığını hissettirdiği, gündelik hayatın islami değerlerle sürdürüldüğü yoksul bir ülkeye geri dönmenin çekici olmadığını anlamak hiç zor değil. Bu, Ülkemde'nin dolaylı siyasi eleştirisi anlamında değerlendirilebilir.

 

 

 

 

 

 

 

Fransa’da yaşayıp Fransızca yazmasına ve Fransız okurlarına hitap etmesine rağmen romanlarında ya Fas’ı ya Fransa’da yaşayan Faslıları anlatan Jelloun, Faslılardan söz ederken aslında genel olarak Arap kimliği üzerinde durmuştur. Ülkemde de aynı yaklaşımın ürünü. Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler; farklılıkları olsa bile yan yana yaşayan, aynı dertleri paylaşan insanlar.

 

 

Kimlik sorunu, ırkçılık, kuşaklar çatışması, yaşlılık, yalnızlık, az da olsa yoksulluk gibi, kısa bir romanda pek çok meseleyi tartışmaya açıyor Jelloun. Toplumsal ve bireysel açıdan önemli bulduğum bu tartışmalar edebiyat açısından biraz sorun yaratmış. Dili, anlatımı her zamanki tadında. Ancak dilin hep aynı kalması, Muhammed’in bazen kendi zihninden bazen anlatıcının bakış açısından aktarılan düşünceleri arasında hiç farklılık bulunmaması, hem monotonlığa hem de anlatıcı ile kahramanın dilinin karışmasına yol açmış. Özetle söyleyelim; yazar Muhammed’in suflörlüğünü yapıyor duygusuna kapılıyoruz. Sanki her biri toplumsal makalelere konu edilecek meseleleri edebiyata tercüme etmiş Jelloum.

 

 

Toplumal makalelere konu edilebilecek olgu ve olayların roman formunda karşımıza çıkması nedeniyle Ülkemde'nin içinden konuşmaya değer çok fazla mesele bulup çıkarabiliriz. Ama bunu bir inceleme kitabından yola çıkarak yapmak da mümkün. Öyleyse edebiyata dönelim ve yazıyı bitirirken romana özgü bir ayrıntıya dikkat çekelim. Yazının başında Fransa’daki Faslılarla Almanya’daki Türkler arasındaki  benzerlikten söz etmiştim. Özellikle de eşya ile kurulan ilişkilerde, göçmenlerin ülkelerine tatile geldiklerinde ortaya çıkan görüntülerde daha da netleşen bir benzerlik bu. Eşyanın egemenliği; basit bir ayrıntı ama küreselleşmenin en çarpıcı dinamiklerinden bir tanesi... 60’lı 70’li yılları yaşayanların çok iyi hatırlayacağı bir alıntıyla bitiriyorum;

 

“Göçmenler geri döndüklerinde Fransa’yı anlatmıyorlardı, sadece havanın soğukluğundan, dilin zorluğundan, gülümsemeyen insanlardan söz ediyorlardı... Ama para getiriyorlardı, bir de kimsenin pek işine yaramayan eşyalar. Amcamın elektrikli fırınla ütü getirdiğini hatırlıyorum. Elektrik olmadığını, aydınlanma için gaz lambası ve mum kullandığımı­zı, televizyon için de bütan gazı kullanıldığını unutmuştu. Fırını tel dolap yerine geçmişti. Çok gülünçtü. Yengem ona çok değer veriyordu, üzerine işlemeli bir örtü örtmüştü, ona dokunmak yasaktı. Ütü de krep yapmak için hamuru inceltmeye yarıyordu.”

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.