Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

GrafikRoman // Kayıp caddenin izinde


Zayıf
Toplam oy: 599
Léo Malet, Jacques Tardi // Çev. Sertaç Canbolat, Murat Tanakol
Aylak Kitap
İyi polisiye, çözüme okurla birlikte ulaşır ve metne ipuçlarını bırakır. Tardi, romanı görselleştirirken aynı yolu izlemiş ve katilin kim olduğunu keşfedebilmemiz için bütün ipuçlarını karelere yerleştirmiş.

Polisiye anlatılar, malumunuz, sadece bir cinayet vakası değildir, gazete haberlerinden ve adli raporlardan fazlasına ihtiyaç duyar; bir hikaye değeri taşımalıdır. Gerçekçi olmalı, o vehmi okura hissettirebilmeli ve sonuçları itibarıyla bize inandırıcı gelmelidir. Polisiye hikaye, mutlaka ama mutlaka, atmosfer yaratmaktır; fonda karanlık bir şehir, teşhir edilen kirli ilişkiler, gece yaşayanlar, uyumsuz karakterler, jargon ve argo demektir. Uzun uzun yağan yağmur, dinmeyen bir tipi, dağılmayan sis, bitmeyen bir gece, ürkütücü bir yeknesaklık, tekinsiz bir tenhalık polisiyenin iştahla sahiplendiği dekorlardandır. Bunun üstüne kanlı bir cinayet, çözülmez gibi duran bir muamma ve akıl yürüten bir dedektif katılır. Merak uyandırıcı bir cinai mesele, gittikçe yükselen tansiyon ve şaşırtmacalarla hikaye dallanıp budaklanır. Klişeleri çoğu zaman bellidir ama oyunbaz kurgusu, okuru daima şüpheye düşürmelidir.



Fransız polisiyesinin temel taşlarından sayılan Léo Malet, türün hakkını veren, bu formülü iyi kullanan maharetli yazarlardan biri. Bizde tanınırlığı, örneğin Simenon’la kıyaslanırsa çok daha yakın tarihli; her nedense gazetelerin bolca polisiye tefrika kullandığı tarihlerde pek akla gelmemiş. Halbuki ünlü kahramanı Nestor Burma’nın maceralarını, –ilki 1943’te, sonuncusu 1983 yılında yayımlanan– otuz sekiz kitapla anlatmış. Az buz değil, neredeyse her sene bir roman yazmış. Gazetelerimizde yer alabilirmiş, olmamış, çok mu Fransız sayılmış acaba? Oysa Fransa’da açık ara bir popüler kültür fenomeni; hal bu olunca, Nestor Burma serisi pek çok mecra gibi çizgi romana da uyarlanıyor. Biz ilk uyarlamayı 2012’de Jacgues Tardi’nin imzasıyla 1956 yılında yayımlanan on yedinci Burma romanını Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu (Brouillard au Pont de Tolbiac) adıyla okumuştuk. Tardi, 1982 yılında yaptığı bu uyarlamadan altı yıl sonra bu defa serinin ilk romanını, İstasyon Sokağı No: 120’yi (120, Rue de la Gare) ele almış, Malet’nin 380 sayfalık romanını 190 sayfalık başarılı bir albüme dönüştürmüştü. Geçtiğimiz günlerde aynı isimle bu uyarlama da yayımlandı.

 

İstasyon Sokağı No: 120, ilginç biçimde ilk kez savaş sırasında, 1943’te yayımlanmış, romanın zamanı da 1940’ta başlıyor ve aşağı yukarı iki yıl içinde tamamlanıyor. Alman işgali sırasında geçmesi, o gün için aktüelliği (veya bugün için sonradan kazandığı tarihselliği) polisiye aura’sını sahicileştiriyor. Nestor Burma ile esir kampında, gelen askerlerin kaydını tutan bir görevli olarak karşılaşıyoruz. Holmes’u andırır biçimde pipo içiyor, çevresini gözlemliyor, akıllı ve sakin tespitler yapıyor vs. Malet bize burada ilk bilmecesini sunuyor. Hafızasını kaybetmiş esrarengiz bir esir, ölmeden hemen önce anlamsız ve hezeyan dolu bir şeyler söylüyor Burma’ya: “Élèn’e söyleyin... İstasyon Sokağı 120 numara...” Tam bu noktada akıl yürütücümüz asıl yüzünü gösteriyor, savaş öncesinde özel dedektiflik yaptığı için olmalı, polisiye bir ilgiyle ölen adamın parmak izlerini alıyor. Çok değil, birkaç sayfa sonra Burma, evine dönerken, tren istasyonunda eski iş ortağından, hem de ölmek üzereyken aynı adresi bir kez daha duyuyor ve okuru romana isim olan muammanın peşinden sürüklemeyi sürdürüyor: “Patron! İstasyon Sokağı 120!” Mesele sadece adres de değil; Burma, trenden düşüp bayılmadan önce film yıldızı Madeleine Morlain’e benzeyen eli silahlı bir kadın görüyor. Böylelikle bulmacaya esrarengiz bir güzel de ekleniyor.


O ipuçları, karelerde

 


İyi polisiyeler son sözleri, şifreli metinleri, ters köşeleri, ironi ve sürprizleri mutlaka kullanırlar. Burma, bulmacayı çözmeye çalışırken eski ortağının yazdığı kısa bir nota ulaşarak işi katmerlendiriyor. Bu not, roman ve muamma matematiği için önemli olduğundan bir kıyaslama yapacağım: Fransızca orijinalinde, “Envenant du Lyon, après avoir rencontré le divin et infernal marquis, c’est le livre le plus prodijieux de son oeuvre” diye geçiyor. Aynı not, İngilizcede “Coming From Lion, After Meeting the Divine and Hellish Marquee, This is the Greatest of his Works” diye çevrilmiş. Bizde “Liyon’dan gelende hem melek hem şeytan Markiyle tanıştıktan sonra, en değerli eseri bu kitap görüküyor,” denmiş. Fransızcada “Marquis” doğru, “prodijieux” yanlış; İngilizcede “Lion” doğru, “marquis” yanlış yazılmış, mesajdaki gizem ve ipuçları farklı tercihlerle uyarlanmış. Burma, ortağının kötü yazım diline güvenmeyerek (ve yanılarak) okuru farklı noktalara götürüyor. Dedektifin zekasına güvenerek onun yanılmayacağına düşünmek güzel bir ters köşe olmuş. Burma’yla birlikte İstasyon Sokağı 120’yi aramaya, esrarengiz güzeli soruşturmaya başlıyoruz. Polis kayıtları, eski kitaplar, çeşitli bilgi kırıntılarını birleştirerek kamptaki adamı, katili, kızı ve adresin gizemini çözmeye çalışıyoruz. İyi polisiye, çözüme okurla birlikte ulaşır ve metne ipuçlarını bırakır. Tardi, romanı görselleştirirken aynı yolu izlemiş ve katilin kim olduğunu keşfedebilmemiz için bütün ipuçlarını karelere yerleştirmiş. Öyle ki, dikkatli okur, finalden geriye doğru giderek o ipuçlarını karelerde bulabilir.

 

 

 

Polisiye edebiyat, inandırıcılıkla ilişkisini zamana, adalet anlayışına ve büyük edebiyat paradigmasının işleyişine bağlı olarak aralıklarla revize eder. Malet’nin polisiyeye başladığı yıllarda Holmes ya da Poirot gibi zekasıyla cinayetleri çözen dedektifler, öyle anlaşılıyor ki okura sahici gelmiyordu; salonlardan sokağa çıkan, daha aksiyoner ve daha sert birileri ilgi çekiyordu.  Nestor Burma, Holmes gibi üstün zekalı veya Chandlervari benzerleri gibi kolayca yumruklarına başvuran sert bir erkek değildi ve sanıyorum, Tardi’yi de en çok bu tarafı cezbediyordu. Tardi, yumuşaklığın çizeridir, gerek kare içi dengesi gerekse kareler arası akışkanlığında garip bir melankoli kurabilmeyi başarır. Ayrıntıcı görsel dilinde bile bu melankoliyi bize hissettirir. Frankofon estetiğinin çocuksu matbaa renklerinin aksine siyah beyaz (ve gri tramlar) kullanarak okuru şaşırtmak istediğinde de muhtemelen aynı niyeti sürdürüyordu. Coşku, neşe ya da heyecan değil, daha arada kalan melez bir hissiyat arıyordu. Belki bunu yaparak daha sahici ve sert görünmek istiyordu. Dönemi, şehirleri, duvarları belgeselci bir dikkatle istiflerken gerçekçi bir atmosfer kurarak hikayesini resmetmesi gerektiğine inanıyordu. Ürkek, kaderine razı olmuş, yenilgisini konuşamayan, bir şekilde hayatına devam eden bir Fransa var romanda. Tardi, o karamsarlığın içinde ayakta kalmaya çalışan karakterlerden de hoşlanmış bana kalırsa. Çaresiz, sıdkı sıyrılmış, birdenbire acımasızlaşabilen insanlarla hikaye gerçekçiliğini bir kere daha yükseltebilmiş çünkü. Uzun ve yavaş bir hikayeyi, iyi toparlayıp dinamikleştirerek görselleştirmeyi başarmış. Bugün çok anlaşılmayabilir, grafik romanlar edebiyatı ve yavaşlığı ustalıkla harmanlıyorlar ama otuz yıl önce Tardi, bir başkalık arıyor, çizgi roman algısını değiştirmeye, potansiyelini göstermeye çalışıyordu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.