Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayalî gerçekler



Toplam oy: 1508
Festival tanıtımlarında yakın gelecekte bir kukla müzesi olacağı müjdesi veriliyor. Böyle bir girişim geleneğin eskiden olduğu gibi hatırlanmasını sağlarken, Karagöz’ü bugünün bir parçası yapacak ve yeni evrilmelere de olanak sağlanmış olacak.

On dokuzuncu yüzyılın Avrupalı seyyahlarından Théophile Gautier’nin, Constantinople adlı eserinde, şehirde karşılaştığı hayal sahnesini ve kahkahadan kırılan, aralarında çocukların da olduğu izleyenleri şöyle anlattığını aktarır  Irvin Schick: “Cinsel taşkınlığın ve müstehcen tahayyülün utanmazlığının haddi hesabı yoktu.” Gautier’nin gözlemleri, sadece Viktoryen ahlakçılığını değil, bu tür temsillerin her türlü sosyal kalıbı yıkıcı, ihlal edici ve dönüştürücü işlevlerinin de farkında olmadığını gösteriyor. Karagöz’ü bilmesi bir tarafa, büyük ihtimalle Rabelias’yı da okumamıştı. Okumuş olsaydı bile Bakhtin gibi yorumlamadığı aşikar.


Bilgeliğini Fransızcanın değişik lehçelerinden, soytarı ve palyaçoların şaka ve esprilerinden aldığı düşünülen Rabelias’nın imge dünyası, dogma ve otoriteyle bağdaşmaz. Bu yüzden olsa gerek, Avrupa burjuva sanatı onu yüzyıllarca yok saymış ya da küçümsemiştir. Oysa Bakhtin’e göre Rabelias’nın dünyasında sanat ve hayat arasında bir sınır yoktur. Tıpkı karnavallardaki gibi, sanatın üretme ve tüketme sürecinde oyuncu ve seyircinin rolleri aynıdır. Hatta Bakhtin bu karnaval ruhunun, Rönesans hümanizması için vazgeçilmez bir yeri olduğunu düşünür. Karnavalın bir an için gerçek hayata dışarıdan bakılabilecek bir alan yaratmasıyla, gerçeğin  netlikle görülmesi sağlanır. Katı kuralların gözle görünür hale geldiği, onlarla dalga geçildiği ve fakat karnaval bitince “normal” hayata geri dönüldüğü, yani karnavalın söz konusu kuralları değiştirme tehlikesi olmadığı için kabullenildiğini söyler.

 

 

Aynı şekilde Karagöz de, sadece cinselliği değil, toplumsal ve siyasal birçok meseleyi kukla sahnesine yatırır. Adı üzerinde: gölge oyunu. Yani, gerçeğin bir yansıması. Fakat elbette ki, Ters Evlenme gibi oyunların bugünün penceresinden bakıldığında bizi şaşırtan tarafları var. Bu oyunda, Hacivat her zamanki gibi orta sınıf ukalalığıyla, “vay bana bir eğlence” diye, Karagöz’ü bir kadın olduğuna inandırır. Kendi karısı ve Hacivat’ın oyununa gelen Karagöz, çarşafa bürünmekle kalmaz, ne olduğunu anlamadan -kısa bir süreliğine de olsa- mahallede kimsenin istemediği ayyaş kabadayı ile evlenmek zorunda kalır. Modernist bir bakış açısıyla, geçmişte böyle ihlal edici söylemlerin olamayacağı varsayılabilir. Oysa oyunun sonunda her şey normale döndüğü ve Hacivat bir güzel dayak yiyerek cezalandırıldığı için, bunun sadece “zararsız” bir hayal olduğu hatırlatılır. Oyunda cinsiyet rollerinin yer değiştirmesi, karakterin bir gaflet anında içine düştüğü acayip bir durumdur. Bu yüzden Karagöz acınası değil, gülünesidir. Karagöz’ün içine düştüğü zavallı durum ciddiye almadan seyredilirken aslında hayatın bazı gerçekleri de göze çarpar. Örneğin geleneksel tanımıyla feminenliğin, Karagöz’ün üzerinde abes kaçması bir tarafa, ne kadar klişe bir kurgu olduğu da ortaya çıkar.

 

Karagöz bir mahalle eğlencesi olduğu için, her mahallenin kendi Karagöz’ü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta Kadir gecesi hariç her Ramazan akşamı için bir tane olmak şartıyla toplam 28 oyun olduğu söylense de, her Karagözcünün kendi hayal dünyasını yansıttığını da hesaba katarak, oyunların binbir çeşidi olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Oyunlarda Osmanlı'daki birçok milletten karakter olduğu gibi, Rumca Karagiozis ya da Arapça Karakuz denmesi gibi, değişik dillerde de icra edilmiş olduğunu biliyoruz. Fakat İstanbul’un ilk  ne zaman Karagöz’e sahne olduğu konusunda değişik görüşler var. Metin And, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında gölge oyunuyla tanıştığını ve buradaki Hayalileri (Karagöz oynatan kişileri) İstanbul’a getirmesi dolayısıyla Osmanlıların gölge oyununu benimsediklerini söyler. Fakat daha çok itibar edilen hikaye, Ezel Akay’ın oldukça başarılı bulduğum Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? filmine de konu olan efsanedir. Meğer Karagöz ve Hacivat, Sultan Orhan zamanında yaşamış inşaat ustalarıymış. Bursa’da bir camiyi inşa ederken, çalışmaktan çok söyleşip eğlendikleri gerekçesiyle padişah tarafından idam ettirilmişler. Fakat daha sonra bu kararından pişman olan padişahı teselli etmek için halktan biri Karagöz oyununu icat etmiş. Kukla oyununun sadece mahallelerin günlük yaşamında değil, sarayın düzenlettiği sünnet ve evlilik kutlamalarında da bir yeri olduğu, bu eğlenceleri betimleyen surnamelerde anlaşılır.

 

 

Demek hayatımızda kuklanın yeri hâlâ varmış

 

Belki de kukla oyununun ne zaman geldiği değil, İstanbul sahnesinden ne zaman kalktığı sorusunu sormak bugün daha anlamlı. Aslında Karagöz hayatımızdan hiç çıkmamış olsa da, artık eskisi gibi icra edilmiyor. En azından, artık mahallelerin gece eğlencesi değil. Çünkü artık kahvelerde bile televizyonlar var. Ancak çok değil, bugünden biraz daha geriye, tiyatronun yaygınlaşmasına doğru gidersek bir şeylerin değiştiği noktayı bulmak mümkün.

 

 

Gautier’den yaklaşık elli yıl sonra yazan seyyah Gérard de Nerval, Karagöz’ün daha çok erkeklerle çocukların doldurduğu bir salonda, tiyatro sahnesi gibi bir platformdan gösterildiğini anlatır. Bundan anlaşılan, artık Karagöz’ün sokaktan salona taşınması ve eski doğaçlama özelliklerini kaybetmesi olabilir. Böyle bir farklılık, oyunun bütün işlevini değiştirmiş olmalı. Eskiden Hayalinin izleyicilerle organik bir ilişki kurarak, hatta bazen onların da katılımıyla gerçekleştirdiği eğlence, artık önceden planlanmış bir metne dönüşmüş. Bu durum bir mahallenin kendi gülmecesini, belki de her defasında farklı bir şekilde ortaya çıkarmasından çok daha farklı. Aynı şekilde, Karagöz televizyonda ya da sinemada da seyredilebilir. Bu şekilde gelenek unutulmaktan kurtulabilse de, artık gelenek değil belki de bir hatıradır.

 

Hatıraları kaydetmenin, onlardan nasıl evrildiğimizi görmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat bu bir “eskiyi canlandırma” işi olmamalı. Zaten olmuyor, taklitçilikten öteye gidilemiyor. Bugün gelenekçilik denen ve gelenekle alakası olmayan bir tavra dönüşüyor. Fakat 8-19 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da on altıncısı düzenlenen Uluslararası Kukla Festivali böyle değildi. Bugün kuklanın bizim için ne ifade edebileceği göz ardı edilmeden, merakımızı uyandırabilecek bir program düzenlenmişti. Festivalin afişinde Karagöz’e bir selam durulsa da, aslında programda on beş değişik ülkenin çeşitli kültürlerinden kukla gösterileri sergilendi, kukla atölyeleri yapıldı.


Demek hayatımızda kuklanın yeri hâlâ varmış. Elbette eskisi gibi değil. Mahallenin sınırları genişleyip bütün dünyayı kapsamış durumda. Arnavutu, Ermenisi, Trakyalısı, Yahudisi varken, Fransızı, Hollandalısı, Meksikalısı da olmuş. Bildiğimiz cadılar ve cinlere, ejderhalar eklenmiş. Çok da iyi olmuş. Çünkü bizim hayal dünyamız artık bunları da kapsıyor. Tıpkı Hayalinin, seyircinin nabzını tutup ona göre bir hikaye anlatması gibi, bu festival de bize keyif veren bir hikaye anlatmış. Seyirciyi de bir karakter gibi oyunun merkezine alması ve kuşatıcı tavrıyla Karagöz geleneğine çok yakın, yani gerçekleri yansıtan bir hayal olmuş.

 

Festival tanıtımlarında yakın gelecekte bir kukla müzesine kavuşacağımızın müjdesi veriliyor. Böyle bir girişim geleneğin eskiden olduğu gibi hatırlanmasını sağlarken, Karagöz’ü bugünün bir parçası yapacak ve yeni evrilmelere de olanak sağlanmış olacak.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.