Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Heil Celine!



Toplam oy: 1654
Louis Ferdinand Celine
Yapı Kredi Yayınları

On dört yaşındaydım ve hayat, bir deniz yatağında uyumamı emrediyordu. Oysa deniz yatağı, altında deniz olmadan bir çakıl çuvalına benzer. Uyutmaz. Uyutsa da gördüğün rüyayı hatırlatmaz. Latin alfabesini doğduktan ancak dokuz yıl sonra öğrenebilmiş bir çocuğa, eline tesadüfen geçmiş bir romanı okutmaktan başka bir halta yaramaz.

 

“Gecenin Sonuna Yolculuk”u geceleri okudum. Ağustos ayıydı. Terledim. Daha çok da geceleri. Çünkü romanın kahramanı Bardamu, Paris’ten Birinci Dünya Savaşı’na, oradan da Afrika’ya gitti. Sıcağın göbek deliğine. Bardamu doktor oldu ama aşık olamadı. Amerika’da yaşadı ama Ford’da işçi olarak kaldı. Sevişti ama yalan söyledi. Yaşadı ama hayat devam etti.

Oysa benimki durdu. Çünkü kitap bitti.


Deniz yatağından kalkıp daha yüksekteki bir yastığa koydum başımı. On beş yaşındaydım. Bir daha okudum. Sonra bir daha. Küvette, okulda, banklarda. Düzden, tersten, ortadan, her yerden. Hep aynı yanıt: “Gecenin Sonuna Yolculuk’u okuyorum.” Bir süre sonra kimse, o aralar ne okuduğumu sormadı. Ta ki yeniden taşınana kadar. Sonra yine aynı yanıt: “Céline okuyorum.”

 

Yanlış anlaşılmasın, Céline’le hiçbir zaman gerektiği kadar ilgilenmedim. Diğer eserleri umurumda bile değildi. Ben sadece gecenin sonuna gidiyordum. Beş yüz sayfa civarındaki romanı okumam dört yıl sürdü. Bense hiçbir yere varamadım.

 

 

 

 

On sekiz yaşındaydım ve hayat, kendimi öldürmemi emrediyordu. Oysa ben dört yıldır üçüncü avucum yaptığım romanı yakmakla meşguldüm. “Gecenin Sonuna Yolculuk”u ezberlemiştim. Okumama gerek yoktu. İstediğim sayfa hafızamda beni bekliyordu. Sonra unutmaya başladım. Unuttum ve biraz daha unuttum. Geriye ben kaldım. “Gecenin Sonuna Yolculuk” bana karıştı ya da tersi.

 

 

Bugün ne Céline’in köpeklerinin adlarını, ne de eserlerinin sayısını hatırlıyorum. Bildiğim tek şey, o romandaki karakterler sayesinde kendimi hiçbir zaman (ya da daima) yalnız hissetmediğim (ya da hissettiğim), o roman yüzünden yıllarca başka kitap okuyamayıp cahil kaldığım ve varislerinin beni mahkemeye vermesi ihtimaline oynayarak Céline ailesinden herhangi biriyle tanışma umuduyla o romandan cümleler çalıp Kinyas ve Kayra’ya yamadığım.

 

 

Kışkırtmayı ve çelişkiyi güzel sanatlar seviyesine yükseltmiş olan Céline’in romanından aklımda kalan, insan beyninin var olan tek trajik et parçası olduğudur. Trajediyi hazmetmenin tek yolu da üstadın dediği gibi ondan sarhoş olmaktan geçer. “Hiçbir şey beni büyük felaketler kadar kendimden geçiremez,” diyen Céline, sözlükteki her kavramla alay eder. Kutsal ve saygıdeğer hiçbir şey ya da kimse kalmaz. Üstadı Yahudi düşmanı olmakla suçlayanlar, bana kalırsa bağışlayıcı davranmıştır. Çünkü gerçekte Céline, insanlık düşmanıdır. Karamsar, melankolik ya da romantik değildir. Sadece bir ihbarcıdır. Kendisi dahil herkesi ihbar eder. Kime ihbar ettiğinin de bir önemi yoktur çünkü roman edebiyattır. Gerektiğinde yalanlanır. Bu yüzden roman “Yolculuğumuz hayalidir,” cümlesiyle başlar.

 

 

Céline, amaçsızca yolculuklar yapan roman kahramanı Bardamu’yü iki Dünya Savaşı arasında yaratır. Ancak romanın karanlığı ve dumanı, dönemine özgü savaş sonrası kötümserliğinden gelmez. Céline, arasında kaldığı gerçek iki savaşın, doğum ve ölüm olduğunu bilir. Hayattan midesi bulanacak kadar korkak ama onu yaşayacak kadar da cesur olan Bardamu, sayısız üç nokta, üretilmiş kelimeler ve sert cümleler içinde sayfadan sayfaya adım atarken, okur sadece izler.

 

Kendisini onun yerine koyamaz çünkü kimse Bardamu kadar kendinden iğrenmez.

 

Bardamu bir gösteridir. Bittiğinde, ne yuhalanabilen ne de alkışlanabilen bir gösteri. Merak eden, Céline’in kendine özgü Fransızcasına rağmen Yiğit Bener tarafından olağanüstü bir başarıyla, olabildiğince az kayıpla Türkçe’ye tercüme edilmiş halini okur. Çok merak eden Fransızca öğrenir. Daha çok merak eden aynaya bakıp hayatını düşünür. Gecenin sonuna aynadan gidilir. Dönmemek için de aynayı kırmak gerekir.

 

Artık okumuyorum. On birinci ve son kez satın aldığım romanı da kaybettim. Büyütmeye gerek yok. Céline’in de dediği gibi “Daha fazla sözünü etmeyelim.”

 

Üstat ölür. Trajedi kalır. Onu ihbar edene verilen ödül acıdır. “Gecenin Sonuna Yolculuk”un aldığıysa Renaudot adını taşır. Bu yazının üzerinde gözlerini kaydıranlar arasında okuduğu roman sayısı bini aşmış olan vardır. Benim okuduğum ve anladığım roman sayısıysa parmak hesabıyla ölçülebilir. Sol elimin orta parmağı bu hesap için yeterlidir. Boşlukla doldurulmuş Bardamu’nün değdiği her toprağa tükürmüş ve edebiyat bilgisi çok sınırlı olan ben, Céline için ölür ve öldürürüm.

 

 

 

 

 

Hakan Günday'ın notu:

 

 

Yukarıdaki paragrafların tamamı, sırasıyla Picus, Hayvan, Karakalem adlı dergilerde ve Vatan Kitap’ın geçmiş iki sayısında yayımlanmıştır. Ancak Céline hakkındaki düşüncelerimi ifade etmeme yetecek daha uygun kelimeler bulunmadığı için söz konusu kelimeler, yeniden ve aynı sıralamayla kullanılmışlardır. Çünkü Céline edebiyatı, hakkında altı kez aynı metni yazacak kadar saplantılı olduğum bir konudur. Sonuçta, son nefesimden birkaç dakika önce beni bulursanız, yukarıdaki cümleleri ezberden okuyabildiğime ve içeriğine inancımın asla değişmemiş olduğuna tanıklık edebilirsiniz. Yeter ki sol elimin orta parmağını kaldıracak güce sahip olayım. Gerisi kolay. Çünkü gerisi yok. Belki bir de Türkçe Sözlük var.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


gecenin sonuna yolculuk'u hakan günday'dan duyup okumuştum.o kadar zor bitirebildim ki ama kitabı bir türlü bırakamadım elimden. sıkıcılığı değildi zorlayan her şeyin sürekli kötüye gitmesiydi.ferdinand bi yerde savaş bittiğinde her şey düzelecek sanmıştık ama daha da boktanlaştı gibi bir laf ediyordu, belki de etmiyordu. yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecekte'ki çocuğun tüfek ya da hamburger alma seçimi gibi , ferdinand da orduya katılmasaydı her şey farklı mı olurdu diye düşünüyorum, olmazdı heralde.

37%
63%

ama bu yazı celine'le değil kendinizle ilgili!

37%
63%
Beğenmedim.

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.