Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Henry James’in çay fincanı



Toplam oy: 1108
David Lodge
Ayrıntı Yayınları

Pek çok açıdan Henry James’ın bugün yazılan gerçekçi romanların tekniklerini ve “gerçeklik” anlayışlarını en yoğun biçimde belirleyen yazarlardan biri olduğu söylenebilir. Bir denemesinde tespit ettiği gibi, iyi bir roman iyi demlenmiş bir çaya benzer ve yazılan romanların çoğu bırakın iyi demlenmeyi, çay yapraklarıyla hiç temas kurmamışlardır, onları sıcak sudan ibaret olduklarını unutarak içeriz. James’in roman anlayışı ise incelikli bir projenin hünerli bir biçimde uygulanışını içeriyordu, demlenme faslı hayati, yazarın roman sanatının çok farklı kompartmanlarında başarılı olması şarttı. Öncelikle anlatının takip ettiği karakterin bakış açısına sadakat gerekliydi çünkü anlatılan dünyayı deneyimlemesiyle karakter o dünyayı belirleme avantajına sahipti, o dünyayı o karaktersiz düşünemeyeceğimize göre dünyayı o karakterle düşünmeliydik. Zaten gerçekte bu anlatılması gereken öykünün tekniği olmanın da ötesinde, bizzat öykünün ta kendisiydi; dünya yanlış anlaşılmalar, anlaşılmamalar, geç anlaşılmalar yüzünden mahvolan aşklarla, kayan hayatlarla veya bunlar sayesinde elde edilen servetlerle doluydu. Tıpkı psikolog kardeşi William James gibi Henry James için de idrak, anlayış, bakış açısı, çevrelerinde dünyanın döndüğü zihinsel melekelerdi; bir kutu içinde bekleyen bir dizi mektup, içerikleriyle değil nasıl anlaşılacaklarıyla alakalı olarak ilgisini çekiyordu, tıpkı bir hayalet öyküsünü de aslen o hayaletlere hayalet ismini veren bir mürebbiyenin algılayışını önemsediği için anlatmaya değer bulması gibi. Yani James pek çok açıdan, İngilizlerin ‘serebral’ dedikleri türden ‘beyinsel’ bir yazardı, ilgisini çeken şey de beyin dedikleri o organın işleyiş biçimleriydi.

 

David Lodge’un zevkle okunan kitabı “Yazar, Yazar” bu beyinselliğin bir kusur ve sıkıntıya dönüştüğü yerleri ironi ve eğlenceli ayrıntılarla tespit ediyor. James’in en büyük tutkusu, hayat görüşünün merkezine yerleştirdiği ‘bakış açısı’nı, kendi bakış açısını mükemmelleştirmekti -her mektubu, gazeteye yazdığı her yazısı, her öyküsü, her romanı, günlüğündeki her satırı ve yazar dostlarıyla muhabbetlerinde kurduğu cümlelerde gizlenen her yorumu, incelikleri, ayrıntı zenginlikleri, söylenişlerindeki ahenk ve içerdikleri hakikatle mükemmel olmalıydı çünkü nihayetinde yazar kollarını veya göğüs kafesini ya da kasıklarını değil beynini kullanarak anlıyor ve anlatıyor ve yaşıyordu. Bu da onun bütünüyle can sıkıcı biri olması tehlikesini yanında getirir. Gerçekten de Oscar Wilde gibi heyecan verici, nüktedan, tabu yıkıcı bir ironi sanatçısının veya Kipling gibi uzak coğrafyaların tuhaf hayatlarını anlatan ‘genç deha’ların yaşadığı bir dönemde James’in estetik ayrımlara, psikolojik kesinliğe verdiği önem insanları hafifçe esnetiyor, gözlerini kahkahayla değil uyuşuklukla sulandırıyor veya bazen romanlarındaki birkaç sayfayı okuduktan sonra onları tatlı bir uykuya yolluyordu. Yazar, Yazar pek çok mutlu uykunun sebebi olan bu yazarın ölüm döşeğinde açılıyor, bizi hizmetkârlarının arasında gezdiriyor ve artık sesi kesilmiş, yazmayan, yazamayan, yatağında neredeyse hareketsiz biçimde kendi bakış açısının sonsuza dek silineceği anı bekleyen yazarı bir nevi Yurttaş Kane gibi, anlattığı öykünün uzağında, bir odanın içinde, kendisinden bahsedilen ama kendisi görünmeyen bir efsanevi figüre dönüştürüyor.

 

Henry James’in hayatı boyunca hiç cinsel ilişkiye girmediği söylenir ne de olsa onun açısından İngilizce cümlenin mükemmelleştirilmesinin incelikleriyle karşılaştırıldığında bir kadının cinsel organıyla kurulan ilişki fazla geçici ve avam görünüyor olabilirdi pekâlâ. Yaygın görüşe göre James’in kadınların cinsel organlarına ilgi duymaması onun aseksüelliğiyle değil, elbette eşcinselliğiyle açıklanabilirdi ancak bunu destekleyen ve erkeklere yazılmış olan aşk mektuplarına, gizli buluşmalara dair anlatılara rastlamak da olası değildi -belki de James onu utandıran pek çok şey gibi bu konudaki yazılı malzemelerden onları yok ederek ustalıkla kurtulmuştu. Ölüm döşeğinde James’in küfretmesine tanıklık ediyoruz, bunun üzerine aile üyeleri hizmetkârlarını uyarıyor; onun bu sözleri söylediğini unutun ve kimseye anlatmayın, o kendisi olmadığı için bu küfürü etti ve Henry James isimli yetkin İngiliz romancıya tıpkı küfretmenin yakışmaması gibi cinsellik de yakışmaz, bunu aklınızdan çıkarmayın.

 

David Lodge’un romanında cinselliğin yerini edebi kıskançlıklar ve kariyer hayalleri alıyor. Romanın ikinci bölümünde bizi 1880’lerin Londrasına götürüyor ancak bu Londra orta sınıfların, memurların, yoksulların, liman işçilerinin veya fahişelerin değil, ‘edebiyatçı‘ dedikleri şu garip canlı türünün küçük dünyası gerçekte. James’in ressam ve sonra romancı olan George Du Maurier’le kurduğu ilişki, Victoria dönemine ait hayal edebileceğiniz en saygıdeğer ve nazik dostluklardan birini oluşturuyor. Amerikalı romancı Constance Fenimore Woolson’la ilişkisi ise James’in sürekli olarak kadının ayağına bastığı ve gerçekte onunla dans etmeyi öğrenmeyi içtenlikle istemediği için onun ayağına basmamayı öğrenemediği uzun ve karşı tarafa işkence gibi geldiği kesin bir dansa benziyor. “Tam da onun birlikte olabileceği bir kadın” diye düşüneceğiniz Constance, yazdığı öyküler, romanlar, sahip olduğu edebi görüşler ve bunları tartışma ve ortak projeler yapma azmiyle Henry James’in önce şaşkınlığını sonra küçümsemesini kazanıyor. Bunu izleyen duyguya ise herhalde ancak ‘tiksinti‘ denilebilir çünkü birlikte Daisy Miller gibi James romanlarındakini akla getiren (tipik James izleği ‘Avrupa’daki Anglosaksonlar‘ı da yeniden yaratan) şehirlerde yaşadıkları mesafeli ilişki, James’e içten içe tam bir Victoria dönemi beyefendisi olduğunu, yani kadınları küçük gören, onlara tepeden bakan ve kişisel kazancı her şeyin önüne koymuş, beyinsel ve aşağılık bir bireyci olduğunu gösteriyor. Lodge’un biyografilerden, mektuplaşmalardan ve monografilerden ustalıkla faydalanarak kurduğu anlatının güzel inceliklerinden biri de, James’in farklı bakış açılarının birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldığı ve bakış açılarının kendileri olup asla başkaları olmamasını öngören anlatı kuramını bir tür ilişki metaforu olarak kullanıp Henry’nin Constance’ın ‘içine girmesi’nin tıpkı onun bakış açısının ötekininkine karışması kadar uzak bir ihtimal olduğunu göstermesi.

 

Du Maurier’le dostlukları eskiye dayanıyor. James’in sözcüklerini temsil eden illüstrasyonlar da yapmış olan ressam, güzel dostluklarının mutlu anlarından birinde ona bir roman fikri veriyor, James’in önemsemediği bu fikir kısa sürede “tüm zamanların en çok satan romanlarından biri” olan Trilby’e dönüşüyor. Du Maurier dünya çapında el üstünde tutulan ‘celebrity’ bir romancıya dönüşürken James kendi romanlarının en fazla iki veya üç bin sattığını görüp artık yaşı da ilerlediğine göre yapılacak en doğru şeyin yeni bir yol çizmek olduğuna karar veriyor. Böylece tiyatro oyunları yazmaya başlıyor ve bu şekilde kazanılan paraları ve sahneye çıkan yazarı çılgınca alkışlayan seyircilerin hayalindeki seslerini duydukça kendi loş, münzevi dünyasından dışarı çıkıyor. Özenle kurduğu dünyadan çıkışı, en sonunda sevişme tutkusuna kavuşmuş birinin kendini gece hayatına atışına benziyor gerçekte; yazdığı oyun büyük bir başarıya kavuşunca ve seyirciler “Yazar, Yazar!” diye bağırarak onu sahneye davet ettiklerinde James’in yaşayacağı duygu da çok geç kalmış bir tatmin duygusuna ulaşmasını sağlayacak olsa gerek. 

 

Hiç de James’in romanlarına benzemeyen popüler bir üslupla yazılmış olan Yazar, Yazar bizi romancılarla yayıncıların dünyasına sokuyor ve bir yazarı ekonomik bir hayvan olarak resmedişiyle pek çok ilginç konunun üzerinden geçiyor. Temel hatlarıyla bugün aynı görünümü koruyan Anglosakson edebiyat piyasası, yazarların mallarını (metinlerini) aracılar yoluyla (yazar ajanları) veya doğrudan kendi elleriyle dağıtımcılara (yayıncılara) ulaştırması, bunun karşılığını (telif olarak) almaları ve dağıtılan malların (dergi veya kitapların) müşterilere (okurlara) ulaşmasının ardından yazarların bir itibara (Bourdieu’nun deyişiyle bir ‘ayrışım’a) kavuşması üzerine kuruluydu. Marx’ın tarif ettiği ‘artık değer’e çok benzeyen ve edebiyat düzeninde tüm yazarların çoğaltmakla yükümlü oldukları bu itibar, bir sonraki satış zincirinde teliflerin ve müşterilerin artmasını da içeriyordu. İtibarı oluşturan bileşenlerden biri, yazarın çeşitli edebiyat çevrelerinde, salonlarda kendi saygınlığını sergilemesiydi; bu açıdan Oscar Wilde gibi bir eşcinsel veya Samoa’da yerli halkın hayranlık duyduğu bir tür komünist hayatı yaşayan Robert Louis Stevenson, ‘uygunsuz’ figürlerdi. James ise Victoria ahlaki değerlerinin mükemmel taşıyıcısı, imparatorluğun en mükemmel mahsulü, şarap mahzeninin en iyi şişesi, tatlının üzerindeki o benzersiz kirazdı. Guy Domville isimli tiyatro oyununu yazması, Londra’nın çetrefilli sahne dünyasında bu oyunun hayata geçirilmesi için sarf ettiği çaba, biraz da mükemmelleştirilmiş bu rolünün karşılığını alma isteğinden kaynaklanıyordu herhalde. Lodge’un ironik ayrıntılarıyla gösterdiği gibi, James’in gittikçe yoğun ve okuması zor hale gelen ve ‘genel okur’un ilgilerine yabancı kitaplarının onların incelikli bir deha sahibi olan yazarına para, okur ve ün getirmesi bir nevi adalet sorunuydu ve James adaletin tecelli etmemesini anlayamıyor, insanların Rudyard Kipling veya Wilde gibi ikinci sınıf olarak gördüğü yazarların yapıtlarını okumalarını bir tür adaletsizlik olarak görüyordu. Tiyatro ise sorunların çözümü olabilir, Londra nihayet onu en çok hak eden yazarına ün, başarı ve parayı altın bir tepside sunabilirdi.

 

Yazar, Yazar’ın başlığını herhalde “Yaa-zar, Yaa-zar!” diye okumak gerekiyor ve yazarın ölümünün çoktan ilan edildiği bir çağda Henry James’in dünyasında yaptığımız bu dört yüz küsur sayfalık gezinti tam da bu “yaa-zar!”ın ölümüne sevinmemizi sağlıyor en çok. Yoğunlukları, incelikleri ve güzellikleri bir yana bırakılırsa, kendi mükemmellikleriyle fazla meşgul, kendi bakış açılarına fazla mahkûm beyefendi ve hanımefendi yazarların yokluğunda sahnedeki boşluk insana en çok huzur veriyor. En azından Lodge’un alkışlayarak veda ettiği James’in kurallarını sonlarında zevkle ihlal eden romanından çıkan anlam bu. Çay demleme sanatının kendisi hayatı aşan ve onun yerini alan bir şey olduğunda yalnızca sıcak su içmek itibarlı ve can sıkıcı arkadaşlarla olağanüstü bir çayı yudumlamaya yeğlenebilir ne de olsa.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.