Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her şeyi, en küçücük şeyi görürler de beni görmezler



Toplam oy: 1390
Ralph Ellison
İletişim Yayınevi
Ralph Ellison'ın şahane romanı Görülmeyen Adam'ı yeni bir edisyonla yayımlamak için herhalde bundan daha uygun bir vakit, daha uygun bir memleket, daha uygun bir "ruh iklimi" olamazdı.

"Görülmeyen adam"ı biz Türkiye'de çok gördük. Yalnızca erkek değil, kadın olanını da. Esmer tenli olduğunu, adabımuaşeret dediğimiz şeye istediğimiz gibi uymadığını ya da yolda yürümeyi bilmediğini söyleyerek ona isimler taktık. Başörtülü kadını temizlikçi, tespih çeken amcayı kapıcı, pos bıyıklı adamı minibüs şoförü olarak istihdam ettik ve onları üniversiteye sokmayı tabu, kamusal meslekleri icra ederken görmeyi dünyanın sonu saydık. Görülmeyen adamlar ve kadınlarla konuşurken ses tonumuzu yeniden ayarladık ve en aydınlanmış ve şefkatli halimizi takındık ki, içten içe onlara ne kadar acıdığımızı hissetmesinler.

 

Velakin görülmeyenler görülür oldu ve bu defa onları görmez olanlar kendilerini görülmez hissetmeye başladı. Nasılmış, diye bir fısıltı duyar olduk hatta. Bir kültürü görünür ve egemen, diğer kültürlerin hepsini görülmez ve silik kılmanın sonuçlarını bu defa başkaları idrak eder oldu. Ralph Ellison'ın şahane romanı Görülmeyen Adam'ı yeni bir edisyonla yayımlamak için de herhalde bundan daha uygun bir vakit, daha uygun bir memleket, daha uygun bir “ruh iklimi” olamazdı. İyi bir hatip, yakışıklı bir erkek, hırslı ve zıpkın gibi bir düşünür olan anlatıcımız, hikayenin başında hikayesinin en sonundaki haliyle karşılıyor bizi. Her başlangıç bir son, her son bir başlangıçtır, demeye getirmiş Ellison ve bizi anlatıcısının büyük umutların peşinden üniversite yolu tuttuğu gençlik yıllarına götürmüş.

 

Burslu okuması hasebiyle kahramanımız kelle koltukta yaşamak zorunda. Ne de olsa üniversite bir “ayrıcalık” yapmış, seçkin bir aileye mensup olmamasına rağmen onu buyur etmiş. Bir bedeli olacak tabii: Anlatıcımızın kendini bir siyah olarak değil, ideal bir siyah olarak takdim etmesi gerekiyor. Bembeyaz bir siyah diyelim de daha iyi anlaşılsın.

 

Memleketinin yoksul bir köşesinden gelmiş biri olarak hep minnettar olduğunu, kendisine çizilen sınırlar içinde davranacağını teslim etmesi, günde beş vakit “beyazistan beyazlarındır” demesi isteniyor kendisinden. Ayrıca şoförlük yapmasını, okulun mütevelli heyetinden Bay Norton'u kampus çevresinde gezdirmesini istiyorlar. Böylece anlatıcımız kendisine biçilen rolü oynamak konusundaki ilk başarısızlığını tatmış oluyor. İki kadeh içki içebileceği bir yere gitmek isteyen Bay Norton'u midesini bulandıracak kadar tuhaf ortamlara sokuyor: Marlow'a Kurtz'un gösterdiği türden Lacancı bir “hakikat”le tanıştırıyor ihtiyar adamı. Kendini aydınlanmış bir liberal olarak görmekten hoşlanan Bay Norton, savaşta akli dengeleri perişan olmuş eski askerleri, onların takıldığı ortamları görünce bir nevi panik atak geçiriyor. Ona hakikati göstermesinin bedeli olarak da anlatıcımızın ayrıcalıkları elinden alınıyor ve kendini New York yollarında buluyor.

 

Kendimizi onun yerine koyarak okuyalım

 

Ellison'ı bir orkestraya koysak, herhalde ya tenor saksafon çalardı ya da davul. Emprovizasyon kabiliyeti yüksek bir arkadaşmış; farklı sesleri, söylemleri kullanmayı, bunlar arasında geçişler yapmayı seviyor. Hitabet yeteneği de kuvvetli. Aynı biçimde hikayeyi baştan sona okutma işinin altından da başarıyla kalkıyor. Adım adım kahramanımızın New York'taki iş bulma serüvenlerini, Harlem'deki gözlemlerini, bir fabrikadaki deneyimlerini ve kendini devrimci hareketin içinde nasıl buluverdiğini izliyoruz.

 

Devrimci hareket ona hem bir kardeşlik hissi sağlayan bir yer hem de onu bir ideal doğrultusunda yaşamaya yönlendiren gizemli bir güç. Burada devrimci hareketin önde gelen isimleriyle fikir telakisi yapıyor kahramanımız ve kısa sürede teşkilattaki fikir ayrılıklarının ayırdına varıyor. Örneğin Ras isimli bir devrimci, maksimalistin maksimalisti talepleriyle ona devrimciliğin beyazları dünyadan silmeyi hedefleyen radikal bir yanı da olduğunu ve bu yanın pekala ırkçı beyazların söylemiyle kardeş olabileceğini gösteriyor.

 

Hitabet kabiliyeti evvela bir hayranlık, sonrasında ise bir kıskançlık vesilesine dönüşen görülmeyen adamı Harlem'e, "kadın meselesi" üzerine konuşmalar yapmak üzere gönderiyorlar. Adamımız bu defa da devrimci cümlelerinin kadınlar üzerinde yarattığı erotik gücün farkına varıyor. Mesela kocası iş gezisine çıkmış bir devrimci kadın, devrimin geleceğini konuşmak üzere onu evine çağırıp kendisini yatak odasına götürüyor ve geceliğini hop diye çıkarıveriyor. İlk başlarda utangaç olan kahramanımızın daha sonra Makyavelci bir pozisyonu benimsediğini, devrimci örgütü içten çökertme amacını gerçekleştirmek için hayatta en büyük fantezisinin siyah bir erkeğin kendisine tecavüz etmesi olduğunu söyleyen Sybil adlı kadınla birlikte olduğunu okuyoruz. Başlardaki saf, idealist adamımız böylece bir stratejist haline geliyor.

 

T.S. Eliot şiirlerinin etkileri de var bu kitapta, meşhur karakteri Stephen Dedalus'a referanslar yapılan “büyük düzenci” James Joyce'un modernizminin de. Ama son kısımlarındaki didaktik bölümler Ellison'ın kitabını onların yapıtlarından biraz daha farklı bir yere koyuyor bence. Görülmeyen Adam'ın roman biçimiyle yazılmış bir deneme şeklinde de okunabileceğini idrak ediyoruz ayrıca. Ellison bize Harlem, devrimci hareket, cinselliğin politikası gibi mevzular hakkında bir sürü şey söylemek istiyor ve bunu saf bir form kullanarak değil, elindeki bütün formları birleştirerek yapıyor.    

 

H.G. Wells'in meşhur Görünmez Adam’ının başlığında bir “definite article” kullanılmıştır (The Invisible Man); “Görünmez Adam”ın kim olduğu, belli bir adam olduğu bellidir. Ellison ise kahramanının kimliğini belirsiz bırakmış, yalnızca “Invisible Man” olduğunu söylemiş. Kitabın başındaki şu satırlar da, adını hiç öğrenemediğimiz anlatıcımızı değil de, egemen kültürün görmemeyi seçtiği herhangi bir Amerikalıyı, herhangi bir Türkiyeliyi anlatıyor olabilirdi pekala. Yüksek sesle, kendimizi onun yerine koyarak okuyalım:

 

"Görülmeyen bir adamım ben... Maddesi, eti-kemiği, lifleri, sıvıları olan bir insanım; hatta bir aklım olduğu da söylenebilir. Görülmezim, anlıyor musunuz, sırf insanlar beni görmek istemedikleri için görülmezim. Tıpkı sirklerde gördüğünüz bedensiz başlar gibi, sert, çarpıtıcı camdan yapılmış aynalar çevirmiş sanki etrafımı. Bana yaklaştıklarında yalnızca çevremdekileri, yani kendilerini, ya da hayallerinde uydurdukları şeyi görürler; her şeyi, en küçük şeyi görürler de beni görmezler…"

 

 

 


 

 

* Görseller: Alain Le Foll, G Falk

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.