Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hobi olarak şiddet



Toplam oy: 1410
Elfriede Jelinek
Destek Yayınları
Witkowskiler'e göre insanlar nefretten dolayı dövülmemeli, sadece sebepsiz yere dövülmeli, mutlak amaç olarak.

İş zorunluluk değildir, insan kendini yaptığı işlerle gerçekleştirir diye diretiyor elektrik işçisi Hans'ın sabahtan akşama zarf yazarak geçinmek zorunda olan annesi. Ama asıl kendini gerçekleştirme, bir insan diğerinin kölesi olmadığında mümkündür. Ancak savaş sonrası Avusturya bambaşka bir yer. Sosyalist anlayışlar rağbet görmüyor, 12 Şubat 1934 unutuldu bile. Yeni gençlik en çok kendisiyle ve şimdiyle ilgileniyor. Kendi varoluşu, kendini tanımak, kendi tatmini. Bir bütünün parçası olmaktan dehşet duyan, her zaman tek, tamamen yalnız, kendine özgü bireyler. Artık devir özel hayat ve hobi devri!

 

 

İsmini şair Rainer Maria Rilke'den alan Witkowski ikizlerinin erkeği Rainer'e göre, insan bir işi yaşamak, para kazanmak ya da ev geçindirmek için yapıyorsa, o artık hobi olmaktan çıkmıştır. Oysa hobiler ne güzeldir, severek yapılır, sadece keyif almak için. Hırs yoktur, kaybetmek yoktur, başarısızlık yoktur. Haneke filmlerindeki gibi hobi olarak suç işleyen Witkowskiler'e göre insanlar nefretten dolayı dövülmemeli, sadece sebepsiz yere dövülmeli, mutlak amaç olarak. Şiddet soğukkanlılıkla gerçekleşmeli, yoksa suç işlemek yan iş gibi olurdu.

 

 

 

 

 

 

 

Witkowski ikizleri Anna ve Rainer, alenen insanlık dışı olmak istiyor ve öyle görünmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yazar Elfriede Jelinek'e göre 50'lerin sonlarında Viyana'da gençliklerini yaşayanların isyanı ve uyumsuzluğu büyük ölçüde aileleriyle aralarındaki değerler uçurumundan kaynaklanıyordu. Gençler ebeveynlerinden utanıyorlardı, hatta bazen bu utanç tiksintiye dönüşüyordu. Savaş sonrası Avrupa toplumlarında, ailesi fakir ya da göçmen olmayan, şimdi tüm iktidarını yitirmiş eski SS ya da toplama kampında ölmüş olmayan, katil, sapık, kaçık olmayan genç o kadar azdı ki. Sadece anne babalarına değil evleri olması gereken o toz ve hatıra yığınına da yabancılaşmışlardı gençler. O küçük, burjuva evlerde hiçbir şey atılmıyordu, 'her şey burada kalmak ve kendisinin ve yaşayanların pisliğinin delili olmak zorundaydı'. Bu yüzden kendilerini 'dışarı kilitlemişlerdi'. O kapılardan girmek istemiyorlardı artık, o yemek buharından nemli mutfakları solumayı, anne babalarının hayatını devam ettirmeyi istemiyorlardı.

 

 

 

Sebepsiz, herkese karşı, rastgele

 

 

 

 

Işıksız, havasız evlere nazaran sokaklar ferah, özgür, yeni dalga filmlerindeki gibi sonsuz geliyor Dışarıda Kalanlar dörtlüsüne. 'Büyük şehir Viyana' aslında pek büyük olmasa da gençler kâh Truffaut kâh Godard karakterleri gibi bahar havasında ilanihaye sokaklarda savrulmaktan memnun. Varoluş diyaloglarına gömülmeye, Camus okumaya, karmaşık duygular içinde mutsuz olmaya doyamıyorlar. Daha on sekizine varmamış, modern ekonomideki yerini bulamamış ergenler için tipik bunlar. Kendi kuşağının diğer gençleri gibi istediğini asla elde edemeyen ve hep elde edebileceğinden daha fazlasını isteyen yarı yetişkinler onlar – tam yetişkin olduklarında körelecek belki bu arzuları ve tatminsizlikleri.

 

 

 

 

Sebepsiz şiddet uygulayan – ama bu arada para çalmaktan da geri durmayan – genç suçlular çetesinde, ötekilerin boşa hayallerini kurdukları her şeye sahip olan tek kişi Sophie. O bambaşka. Lekesiz, pürüzsüz beyaz keten gibi. Hiçbir şey ona dokunamıyor, onu kirletemiyor. Sophie'yi yerken görmeseniz de aç gibi bir hali yok, bütün gün tenis oynasa da terlemez, yanakları kızarmaz, elbisesi kırışmaz. Saçları her daim ışıldıyor, vücudu kusursuz, atletik, sağlıklı güneş yanığı rengi, elbiseleri en iyi kumaştan, en pahalı marka, yürüyüşü alımlı, konuşması kendinden emin. Kısaca, her şeyi güzel, herkes onu seviyor. Rainer ve Hans ona deli gibi âşık, Anna'nın hayranlığı ise büyük bir nefret ve kıskançlığa dönüşmüş vaziyette. Kimse bilmese de diğerlerinin hissettiği utanç Sophie'de de var. Sahip olduğu her şeyi unutmak istiyor, kendini bir oyuna kaptırıp – belki dansa, belki illegal bir eyleme, belki cinselliğe – sürekli unutmak.

 

 

 

 

 

 

 

 

Renkli vitrinlerle dolu alışveriş caddeleri çoğalır, dikiş makinesinden çıkma kıyafetler ayıplı olurken, hayat görmek ve göstermekten ibaret. Akıl ve sanat bu dünyada görünürlüğünü yitirmeye başlıyor. Artık varsa yoksa beden ve spor, para ve seyahat, markalar ve alışveriş. Kol kasları, haute couture elbiseler. Bu yüzden dönemin galipleri Sophie ve Hans olurken, Anna ve Rainer kendi başlattıkları ve 'beyni' oldukları oyundan mağlup çıkıyor. Yani bu dört kişilik maceradan geriye iki tatmin olan ve iki tatmin olmayan kalıyor. Jelinek'in dediği gibi 'hayat da hep böyle, yarı yarıya, bu da adalete yol açıyor.'

 

 

 

 

 

Çok önemli not: Bu notun yeri aslında yazının başı, çünkü kitabı elime alır almaz aklıma takılan ve çözmek istediğim mesele buydu. Destek Yayınevi'nin bastığı kitabın kapağında çevirmen adı yok. Jelinek Die Ausgesperrten'i yeni baştan Türkçe yazmadığına göre bu kitabı biri çevirmiş olmalı. Belki künye sayfasındadır dedim, ama hayır hiçbir yerde yok (hangi dilden çevrildi, kitabın orijinal adı ne gibi sorulara yanıt beklemek bu durumda elbette iyimserlik). Neticede yayınevini aradım. Telefonu açan kişi soruma hemen cevap veremeyince ve bilmemneabi de toplantıda olunca, merakımı pek hoş karşılamadı, 'sizi niye bu kadar ilgilendiriyor bu konu' diye iğneleyiverdi. Kendisine çevirmenliğin güç bir iş olduğunu ve eğer bu kitabı google translate yardımıyla çevirmedilerse emeğe saygısızlık ettiklerini, bunun da bir okuyucu olarak beni çok rahatsız ettiğini söyledim. Neticede ciddiye alındım ve birkaç bekletme müziğinin ardından çevirmenin adının Müjde Tok olduğunu söylediler. Kapağı hazırlarken çevirmenin adını yazmayı unutmuşlar! Bu küçük değil koskocaman bir ihmalkârlık ve yayınevinin bu sorunu çözmek için bir şey yapması – kitapların arasına konulmak üzere düzelti notu bastırmak ve dağıtmak, yeni baskı yapmak, vs. – şart. Dolayısıyla muhtemel soru işaretlerini bertaraf etmek ve Müjde Tok'un hakkını teslim etmek için böyle bir jest gerekli. Sırası gelmişken, kitap bir düzeltmenin elinden geçerse metin çok daha akıcı hale gelecektir – özellikle çok sayıda tashih ve -de -ki bağlacı hatası okumayı güçleştiriyor.

Yorumlar

Yorum Gönder


"İkinci Dünya Savaşı'nda 7 milyon Alman öldü."demissiniz.Iste bu kafa yüzünden insanlar öldü ve ölmeye de malesef devam ediyor.Bugün 2.Dünya Savasi özelinde Almanya`da yasanan savasi digerlerinden ayiran taraf,bir kitlenin diger bir kitleyi yok etmeyi denemesidir.Fasizmin vatani ve milleti yoktur.

55%
45%

İkinci Dünya Savaşı'nda 7 milyon Alman öldü. Bu rakam insan kaybında Almanları bütün öteki devletlerin üzerine koyar. "Dresden Bombardımanı" gibi sivil katliamlarda bir gecede 500.000 Alman sivil hayatını kaybetti. Suçlu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında intikam hırsıyla koskoca bir milleti aç bırakan Müttefiklerdir, Almanlar değil. Bir milleti aç ve yoksul bırakıp ondan sonra çiçekler ve mutlulukla dans etmelerini bekleyemezsiniz. Artık şu "Gaddar Alman - Mazlum Avrupa" edebiyatını bırakın. Ah, ama unutmuşum pardon; dönemin siyasi tarihiyle ilgili bütün bilginiz ve analiziniz "Almanlar Yahudileri katletti" olduğundan, daha iyisini yapamıyorsunuz. Kelam edeceksiniz biraz okuyup da edin. Dağarcığınızdan şu mezkur cümleyi çıkarsak "entelektüelite"niz ve kurabileceğiniz cümle sayısı %50 düşecek...

50%
50%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.