Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hülya Saat



Toplam oy: 1267
Senem Dere
Özgür Yayınları

Bir görüşe göre, insanlık halleri sınırlıdır. Üzerlerine yazılanlar da eninde sonunda benzeşirler. Bu yüzden benim de ilgimi hikâyelerin konusundan çok, metnin diğer özellikleri çeker. Aynılık ile özgünlük, ikiz kardeştirler. Konu bileşenini ihmal ettiğinizde, hikâye edilen asıl şey, metni yazanın, aynılık ya da özgünlük, konfor ya da emek arasında yaptığı seçim, yani yazma tutumu olur. Elbette oyumu özgünlük, dolayısıyla emekten yana kullanıyorum.
1975 doğumlu olan genç öykü yazarı Senem Dere’nin, ilk kitabı Hülya Saat’te kolaya kaçmadığını görmekten mutlu oldum. Hülya Saat, Özgür Yayınları’nın bir verimi. Kitabın yayım tarihi Ekim, 2009.

Dere’nin yaşam içindeki sürekliliği irdeleyen, bu sebeple de bir çeşit nedensellik arayışında olduğunu düşündüren konu seçimleri esinini, gitmek ve kalmak eylemlerinden almış. İzlekler, daha çok kalanın içinde yoğuşan acıdan beslenmiş. Dere, acının, olasılıkları kovalamak üzere çıkılan yolculuklara ya da yolculukların, olası geçmiş acıları araştırmak için bir yönteme evrilmesini, kitap bütünündeki ana tem açısından araç kılmış.

Geçen geçmiş, giden gitmiş duygusu veren öykü sonları ardında merakı bırakmıyor değil. Umutsuz görünen sonlar bile yeni bir öykü zemininin habercisi olabilirmiş gibi geliyor okuyana. Öykü kişilerinden yaşamları sürenler için daima umut yok mudur?

Kitapta dokuz temel öykü var.

İlk öykü Saklı İstasyon, Dere’nin öykü taşıyıcıları, öykü kurguları, öykü dili ve biçim  çabaları hakkında pek çok ipucu veriyor. Kitabın, ilk öykünün kurgusuna uygun yapısı, Senem Dere’nin edebiyata karşı samimi sevdasını, kolayla yetinmez tutumunu gösteriyor.

Makas, Gündüz Düşleri ve Hülya Saat sırasıyla yedi, dört, üç alt öykücükle yapılandırılmışlar (ayrıntılandırılmışlar). Böylece Dere,  farklı bakış açıları, oluş ve algıları tarayan alt öykücüklerle daha bütünleşik bir öykü evreni yaratmayı başarmış. Bugün ya da bir ara hayatları birbirine dokunan öykü kişilerinin sunduğu panorama, yazarın anlatma çabasına hizmet etmekle kalmamış, kitap bütünlüğünü de sağlamış. 

Senem Dere, mekânı, öykünün sınırlı egemenlik alanı olarak kullanmamış. Bunun yerine, bilinç akışındaki –kimi fantastik- sıçramalar için ayak basılacak zeminler olarak tasarlamış. Zeminlerin zaman içindeki sırasız dizimi, okurun, olgulara dair doyurucu ve sürdürülebilir bilgi üretebildiği, önemli bir olanak haline dönüşmüş.

Yazar, belirli zaman dilimleri veya anlarla yetinmemiş. Biçime dair arayışı açıkça hissediliyor. Öykü içinde öykü yaklaşımını kullanarak uzamı bükmüş,  farklı algıları, deneyimleri bir taşıyıcı eksen dolayımıyla birbirine örmüş. Bu yüzden tanıdık, ama aynı zamanda da özgün öyküler çıkmış ortaya.

Senem Dere’nin edebiyat yolculuğunun henüz başlarındayken kurduğu duru ve sağlam dil de, gönendirici. 
Kitabın kapağı oldukça yalın: Bir cep saatinin camına düşürülen ve yaşanmışlık izleri taşıyan bina imgesi, zamanın daimiliğinin, nesnenin ömrünün insandan uzun olabilirliğinin karşısında insanın adeta bir bayrak yarışında olduğunu imliyor ve Dere’nin metinleri için de gayet uygun bir eşik oluşturuyor.

Hülya Saat’in, son zamanlarda yayımlanan, erişebildiğim en iyi ilk kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.