Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İkimiz bir fidanın...



Toplam oy: 1035
Uygar Şirin
Kırmızı Kedi Yayınevi
Biliyorum bu malzeme çok tüketildi, 80’lerde 90’larda çocuk olmanın çok tatavası yapıldı. Ama çocukluk adı üstünde, ne kadar anlatılırsa anlatılsın, büyüsü eksilmiyor.

Velev ki hayattaki “en büyük aşkım” diyeceğiniz biri var. Olmuş zamanın birinde, gelmiş sevdirmiş kendini, bütün ayarlarınızı bozmuş, sizi insanlıktan çıkarmış, gitmiş. Ama hayaleti gider mi, gitmez. Geçmişin milföy hamuru gibi, piştikçe kabaran katmerleri arasında duruyor hâlâ öyle. Ne bir yere gittiği var, ne geldiği. İşi ilelebet varlığını belli etmek. Bir şarkı mı çaldı kazara Sezen’den, MFÖ’den, Ortaçgil’den, hooop uzatıvermek başını kaburgalarınızın arasından, hatırlatmak kendini, hain çünkü. Bu mevzuyu severim. İlk aşk, hani o en masum duygular, insanın ömründe ilk ve muhtemelen son kez yaşadığı heyecanlar, bütün o şapşallıklar falan… Hatırlaması güzeldir, konuşması da. Ama iş yazmaya gelince, ben şu ilk aşkımdan bir roman yaratayım deyince yani, o dokunması zor “şey”i öyle zihninde durduğu gibi, aynı naiflikle, bozmadan, sündürmeden, köpürtmeden, o sadecik haliyle harfe dönüştürmek, kağıda aktarmak, dünyanın en zor işi. Malzeme ne kadar muhteşem olsa da, öyle görünse de, bunu yapabilen de, yaptığına ikna eden de az.

 

 

 

Uygar Şirin bir üçüncü roman yazmış. Adı Karışık Kaset. Aşkı anlatıyor. En naif ve oyunsuz haliyle aşkı ama… Az evvel bahsettiğim, o “bozmadan kağıda aktarma” meselesi var ya, işte onu bir yapıyor ki -hikâyesi gerçek midir, ne kadarı kurmacadır bilinmez- insan gidip o yeniyetmeyi bulup dizine yatırmak, teselli etmek, “hepimizin başına geldi annem, üzülme sen, geçecek hepsi” demek istiyor. Geçiyor da, yalan değil.

 

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Allyson Mellberg Taylor)

 

 

 

 

 


Karışık Kaset, evet, en masum haliyle, bir aşk romanı. 13 yaşında, körpe ve bir o kadar narin bir kalbi almış duvara çarpmış bir aşk bu.  Apartmanların arasında, hani bittiği yerde dünya bitiyormuş gibi gelen o kocaman arsaların birinde geçen bir çocukluğun bağrında atılmış tohumları, sonra 20’lerinde bir daha yoklamış, 30’ları devirince son vuruşunu yapmış bir hikâye. Bir kavuşma ve kavuşamama hikâyesi. 10 yılda bir gelen ataklarla bir adamı darmaduman eden kronik bir hastalığın hikâyesi. Amma ne güzel hastalık!  Fonda tonla şarkı. Sezen çalıyor, Mazhar Fuat Özkan çalıyor, Duman çalıyor, Ahmet Kaya çalıyor, Erkin Koray çalıyor, Kardeş Türküler çalıyor, Yeni Türkü çalıyor… Daha kimler kimler… Karışık kasetler doluyor da doluyor sayfalar boyunca, üzerlerine el yazısıyla notlar düşülüyor; “Aşk Şarkıları”, “Yalnızlık Şarkıları”.   Bir türlü söylenemeyenler şarkılara biniyor, satır aralarında sevgiliye doğru yola çıkıyor.

 

 

 

 

 

Roman Ulaş’ı anlatıyor. İflah olmaz bir romantik Ulaş; hayatla arasına bir walkman koymuş, fonda, kafasının içinde hep şarkılar çalıyor. Kadıköylü. Vaktinin çoğunu, çekme kasetlerin içinde, şarkı listelerinin arasında geçiriyor, gündüz düşleri kuruyor sık sık. O büyüse de içindeki “kırılacak eşya” çocuk büyümüyor. Yalnız üstelik. Çocukken de, büyüyünce de yalnız.  13 yaşında İrem’le yolu kesişiyor Ulaş’ın. İrem onun ilk aşkı. Amma ne aşk! Uygar Şirin nasıl güzel dillendirmiş o minnacık kalbin içindekileri. 40 yaşında bir yazar olarak geri sarmış sanki kendini 13 yaşına, oradan bakmış aşka, bir kadını sevmenin ne menem bir şey olduğunu oradan anlatmış. Büyük adamların büyük laflarından ayıklamış sözlerini, 13 yaş çömezliğiyle dökmüş içini. Kitabın genelinde bir adamın bir kadına olan aşkı mevzu bahis ama en çok o çocukluk yılları kaldı benim aklımda. Kalbini güzel bir İrem’e kaptırmış bir oğlan çocuğunun buruk, kırık halleri… O yılları, o körpe duyguları anlatırken bir başka özenmiş sanki Şirin. Öyle bir çocuk İrem çizmiş ki, Lolita sanki. Ve öyle bir çocuk ki Ulaş, sanki Genç Werther. İkisine de kabarıyor yüreğim okudukça:

 

 

 

“Ayağa kalkıyorum ama ayaklarım yere basmıyor. Havada süzülüyorum, kendimi bir anda İrem’in yanında buluyorum. Kalbim bu hızla çarptığında ölmem lazım ama şu anda ölümün de yetişemeyeceği bir yerdeyim. Bir an bile tereddüt etmeden eği­lip İrem’in dudağına küçük bir öpücük konduruyorum. Nazik, sevecen, anlayışlı bir öpücük, ben öptüm diye demiyorum. Yerime dönüyorum. Çarpıntı, hormonlar, öpücük der­ken uçuyorum adeta. Kripton taşından nasibini almamış bir Superman’im. Arsanın Dikdörtgen Masa Şövalyeleri’nin en göz­de üyesiyim. Galler’in ve hayallerin prensiyim. Leydi Di’yi arat­mayan güzelliğiyle Prenses İrem’in bu unvanları onaylamasını, beni takdis etmesini bekliyorum. Zaman aleyhime işliyor çünkü her geçen saniye İrem’e olan aşkım binle çarpılıyor. Hiç adil bir aritmetik işlem değil.”

 

 


“Bankların birinde Melih ve Elif, birinde Yusuf tek başına, birinde de İrem ve ben oturuyoruz. İrem’le yan yana oturuyoruz resmen! Allah’ım, biz İrem’le bir çift miyiz yoksa? Şişe çevirmecede dudaktan öpüşen, bankta yan yana oturan bir çift miyiz biz? Evet, öyleyiz bence. Mutlulukla Felicita söyleyen bir Al Bano-Romina Power’ız. Buz üzerinde dans eden bir JaneTorvill-Christopher Dean’iz. Birbirleriyle kavga ediyormuş gibi görünürken birbirle­rine deli gibi âşık olan David’le Maddie’yiz. Fonda, yani kafam­ın içinde, İkimiz Bir Fidanız çalıyor.”

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Çağlayan Aktuğ)

 

 

 

 

 

 

90’larda çocuk olmak

 

 

 


Kitabın en güçlü yanlarından biri de elbette her satır arasında kendini bütün kudretiyle hissettiren çocukluk. 13 yaşındaki Ulaş’ın çocukluğundan öyle güzel detaylar var ki, öyle tatlı anları cımbızlamış ki Şirin, pek çoğunuzun çocukluğuyla kesişmesi muhtemel. Ulaş’ın çocukluğu, hepimizin çocukluğu ama en çok 80’lerin sonunda 90’ların başında Kadıköy’de, İstanbul’da çocuk olmuşların çocukluğu… Ulaş’ın ilk aşkı, hepimizin ama en çok 80’lerin sonunda 90’ların başında Kadıköy’de, İstanbul’da aşık olmuşların aşkı. Ulaş’ın akranlarıyla Taso oynadığı sokaklar, pedal çevirdiği mahalleler, uçurtma uçurduğu, şimdi yerinde binalar yükselen Acıbadem’in o kocaman çayırları, iki meybuz alıp tünediği sahil bankları, fonda çalan şarkılar… Biliyorum bu malzeme çok tüketildi, 80’lerde 90’larda çocuk olmanın çok tatavası yapıldı. Ama çocukluk adı üstünde, ne kadar anlatılırsa anlatılsın, büyüsü eksilmiyor.

 

 

 

Romandan bana ömrümün sonuna kadar loop’a alıp dinleyecek bir şarkı listesi yadigar. Bir de tatlı duygular. Kitabı kapatıp Sezen’den Deliveren’i açtım. Hayatımın başka anlarına ışınlandım her şarkıda. Uygar Şirin’in sözüne kandım. Çok sevmiş o kızı, inandım.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.