Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İktidarlar şakadan anlamıyor



Toplam oy: 911
Sema Kaygusuz
Metis Yayıncılık
Kesinlikle pek vakitli çıkmış bu kitabı şimdi okumanın tam zamanı.

Eylül dedin mi İstanbul'da palamut, balıkçı tezgahlarını doldurur. Ekim dedin mi muhakkak ucuzlar, bolca yenir. Gerçi yağlısını bulamamak, pişirirken çuvallamak gibi ufak ama mühim sebeplerle kuru bir lezzete talim etmek de var! Ama lüfer öyle mi, en beceriksiz aşçının elinde bile en leziz, en enfes, en en en balık o işte! Bu nefasetin bedeli de yüksek oluyor haliyle. Hoş, bu sene iyi balık çıktı. Kaç yıldır balıkçıları gezip gezip çinekopun üstüne zar zor çıkarken, bu sene bırakın sarıkanatı, gayet ehven fiyata kaç kere lüfer bile aldık

 

Söze boş lafla girmiş gibi oldum, mazur görün. Ama Sultan ve Şair, Galata Köprüsü'nde, bir lüfer avı esnasında başlıyor. Ve orada bitiyor. Hatta Sultan'ı ve Şair'i bir kenara bırakırsak başrolde lüfer var. Sema Kaygusuz'un kaleminden Şair'in anlatımıyla, boğazın mavi balığı bir karaktere dönüşüyor. Oltaya geldikten sonra sızım sızım sızıldayan, ava çıkmış balıkçıyı kendine meftun, ve mecnun, ve hatta av eden bir asalet timsali. Kitabın lüfer tam da tezgahları ve sofraları şenlendirirken çıkması herhalde tesadüf değildir. Kesinlikle pek vakitli çıkmış bu kitabı şimdi okumanın tam zamanı.

 

Dedim ya bir lüfer avındayız - kimin kime avlandığı azıcık muammalı o yüzden çok karıştırmayalım. Gün boyu Galata Köprüsü. Martılar, motorlar, bolca balıkçılar, meyhane gürültüleri, gelip geçenler. Oyunun dört perdesinde gün sabahtan geceye ilerlese de, Sultan'ın saltanatı değişse de, Şair'in ihtilafı evrilse de, aynı sahneyi aynı tartışmayı döngüsel bir gerçeklik formunda yeniden yeniden yaşıyoruz. Sultan sahnede beliriyor, Şair'le bir alıp veremediği, derin bir husumeti var. Ne olup bittiğini başlangıçta fark edemeyen Şair'i kısa sürede yörüngesine çekiyor ve kendimizi bambaşka bir zaman ve mekanda buluyoruz. Evet, zaman ve uzam boyutu değişiyor ama meselemiz aşağı yukarı aynı, karakterler aynı. Önce karakterlerden başlayalım.

 

 

Ödlekler cesurdur


Şair, oldukça sakin, itidal sahibi, fakat bir o kadar da mağrur ve müstehzi bir adam. Ne de olsa kendine göre bir itibarı var, hayranları var, aşıkları var, eserleri var. Bir sanatçı. Tasasız tavrı. İyi kötü yaşayacağını yaşamış, hayat ve ölümün getirdikleri ve getirecekleriyle barışmış, varoluş krizlerini aşmış. Yaşını da almış bu bağlamda. Sultan, öte yandan, henüz genç. Toy değil elbette, büyük bir muktedir. Biraz Machiavelli'nin Prens'i misali kendini sevdirmesini, ama daha çok da kendisinden korkulmasını iyi becerebilmiş bir lider. Kaygusuz'un muhteşem tanımıyla “tekinsiz bir soğukkanlılık” sahibi. Yanılmıyorsunuz, bu iki sıfat yan yana gelince “Katil!” diye bağırıyorlar. Karşımızda yüzyıllar, devirler, hanedanlar, ömürler boyu öldürmüş biri var. Zaten hangi iktidar, sahibini rezil etmiyor, insanlıktan çıkarmıyor ki? Maktul de dikkate almayan, boyun eğmeyen, yeri gelince itiraz eden, baş kaldıran, hatta dalga geçen Şair oluyor. Kendisi için açıkça “ben korkak bir herifimdir,” dese de, hadi oradan sevgili Şair demeden edemeyeceğim. Saroyan yazdı yazalı biliyoruz, ödlekler cesurdur!

 

Karakterleri kabataslak çizerken, tekrar vücut buldukları her devirde tekrar ettiğini düşündüğüm meseleye de ister istemez dokundum aslında. Sayısız hayatlar boyunca başta dost, sırdaş, ortak, aşık olan Sultan ve Şair yolun devamında kendilerini her seferinde düşman buluyorlar. Ancak takdir edersiniz ki siyasi, iktisadi, askeri, daha genel bir tabirle “devletlu” bir muktedir olmakla fikri ya da ruhani bir güce, ya da yaratıcı zekaya sahip olmak arasında kocaman bir uçurum var. Kesinlikle denk silahlarla iştirak edilmeyen bu düelloda işte sırf bu yüzden hiç beklenmedik neticeler alındığı da vaki. Orduları, donanmaları belki de koskoca kıtaları, okyanusları dize getirecek kadar mahir olan Sultan da yeri geliyor basit bir Şair'in iki dizesini, intizarını, şahsi zırvalarını ölümüne dert ediniyor. Nedense atalarımızın böyle garip zaafları var, “Sinek küçüktür ama mide bulandırır” dedikleri beri geri gönderilmedik çorba bırakmamışlar, “Pire için yorgan yakarım” diye diye neccahlara nur yağdırmışlar.

 

Evet, iktidarlar şakadan anlamıyor, istihzayı sevmiyor, eleştiriyi kaldıramıyor. Sesi oturmamış ergen oğlanlar gibi olura olmaza esip gürlüyor, kontrol edemedikleri hiddetleriyle çuval çuval yemişi ziyan ediyorlar. “Gülmekten ne çıkar” demeyin, Gülün Adı'nı okuyun. Gülmek korkuyu öldürür ve korkmayanların inancı zayıf olur. Kul güldükçe, Sultan ölür.

 

 


 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.