Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnanç ve isyan arasındaki ince çizgi



Toplam oy: 728
Ngugi Wa Thiong'o // Çev. Bora Korkmaz
Ayrıntı Yayınları
Sömürgeciliğin dinsel, politik, kültürel boyutları açısından gayet derinlikli yazılmış bir roman Aradaki Nehir; kadınlık durumunu sorgulayışı ise okuru ikilemde bırakıyor.

Aradaki Nehir, bir ülkenin ve ülke insanlarının kaderinin -kendi istekleri dışında- dışa bağımlı hale gelmesinin temel hatlarını çiziyor. Sömürgeleştirilmenin tarihi de diyebileceğimiz sürecin nasıl başladığını ve nasıl ilerlediğini oldukça sade, bir yandan da şiirsel bir dille anlatıyor roman. “Kelebekler gibi kıyafetleri olan” Beyaz Adam'ın bütünüyle yabancısı olduğu bir yerde nasıl bu kadar kısa sürede güç sahibi olduğu, yerli halkın yaşayışını ve kadim geleneklerini nasıl tehdit eder hale geldiği Amerika kıtasının istila ve sömürü sürecinden beri benzer terimlerle tartışılıyor. Avrupalılar askeri ve teknolojik açıdan oldukça ilerdelerdi; yerel halklar kendi dünyalarının ötesine dair çok kısmi bilgiye sahipken, Avrupalılar coğrafya, astronomi gibi alanlarda gelişmişti vb. Dolayısıyla bu eşitsiz karşılaşma, çoğu durumda galibin kim olduğunu belirliyordu. Aynı zamanda da orta ve uzun vadede bir öğrenme sürecini kaçınılmaz kılıyordu. Halklar kolay kolay yabancıların dinlerini, alışkanlıklarını benimsemezken, eğitimle ciddi anlamda ilgileniyorlardı. Ngũgĩ Wa Thiong'o sömürgeciliğin eğitim boyutuna dair önemli sorular soruyor. 

 

Kabilenin bilge kişisi, geleceği görebildiğine inanan Chege, romanın başında, oğlu Waiyaki'ye kehanetini bildiriyor: "Senin görevin insanlara liderlik etmek ve onları kurtarmak olacak." Bu büyük yükü omzuna yükledikten sonra, bir de tüyler ürpertici derecede aşina bir öğüt veriyor: “Misyona git. Beyaz Adam'ın bütün bilgeliğini ve bütün sırlarını öğren. Ama onun kötülüklerine uyma. Halkına ve kadim geleneklerine sadık kal.” Ziya Gökalp'in, Cumhuriyetin ilk yıllarında çok itibar gören “hars ve medeniyet” ayrımına tıpatıp benzeyen bir “ilerleme ve geçme” formülü Chege'ninki. Bu da “Batı ve diğerleri” (the West and the Rest) kutuplaşmasında kendilerini diğer tarafta gören toplumlarda, kimlik ve aidiyet açısından netameli bir kurtuluş sürecinin yaşandığını düşündürüyor. “Onların okullarına git, ama onlara benzeme!” Peki ama nasıl?

 

Herkes tarafını seçsin!

 

Kabilenin bilge kişisi Chege, oğlu Waiyaki'ye kehanetini bildiriyor: "Senin görevin insanlara liderlik etmek ve onları kurtarmak olacak."

 

 

Honia nehrinin iki yanındaki iki tepenin, ücra denilebilecek Kameno ve Makuyu sırtlarının savaş durumuna geçmelerinde Beyaz Adam'ın nasıl büyük bir rol oynadığının hikayesi aynı zamanda roman. Yazarın en büyük başarısı, okuru inanç (bağnazlık) ile isyan arasındaki ince çizgiyi ve çelişkiyi düşünmeye sevk etmesi. Honia nehri gibi inançları ve arzuları, toplumları ve benlikleri arasında kalan karakterler farklı özgürlük anlayışlarının mümkün olduğunu hatırlatıyor. Hikaye, Makuyu'nun katı ve ödün vermez Protestan rahibi Joshua'nın kızı Muthoni'nin sünnet olmak istemesiyle başlıyor. Kabul (sünnet) törenleri sırasında Kameno'da yaşayan teyzesinin yanına kaçan kız, nehrin iki yakasında da gerçek bir “otoriteye isyan” figürü, bir asi gibi görülüyor. Muthoni, yeni inançtan uzaklaşmadığını, hâlâ bir Hıristiyan olduğunu ama aynı zamanda da kabilenin âdetlerine göre de kabul edilmek istediğini söylese de bu benzeri görülmemiş, arada bir varoluş tahayyülü kimseyi ikna etmiyor. Zavallı kızın neticede kadın sünneti yüzünden ölen hatırı sayılır kurbanlardan biri olması da iki tarafta benzer bir bağnazlıkla karşılanıyor. 

 

Öte yandan, Mithoni'nin babası Joshua'ya neden kimse asi demiyordu? O değil miydi Beyaz Adam'la birlikte yaşamak için, yeni kurulan misyona tepelerden koşarak giden genç adam? “Siriana'da hem bir sığınak bulmuştu hem de Beyaz Adam'ın gücünü ve hünerini. Okumayı ve yazmayı öğrendi. Yeni inanç, onu bütünüyle ele geçirene kadar içine işledi. Kabilesinin büyülerini, gücünü ve törenlerini reddetti. Tek Tanrı'nın derin varlığına döndü ve onu hissetti.” Aynı şekilde Kameno'nun lideri ve kabilenin en güçlüsü pozisyonundaki Kabonyi'nin, bir zamanlar, Beyaz Adam yeni geldiğinde dinini değiştirdiğini, sırtların âdetlerini terk edip yeni inancın peşinden gittiğini, neden sonra Hıristiyanlıktan vazgeçip eski dinine döndüğünü kimse hatırlamıyordu. Ngũgĩ Wa Thiong'o'nun melez ihtimalleri yücelten anlatısı fanatikliğin çok çarpıcı bir yönünü ortaya koyuyor. Kişinin bir inançtan diğerine -ama tumturuklu, bağnazca, daha önce hiç bir başkası olmamış gibi davranarak- geçmesi isyan olarak görülmezken, inancında kısmi değişiklikler, melezlikler talep etmesi günahların en büyüğü gibi algılanabiliyor. Herkes tarafını seçsin! 

 

Muthoni'nin trajedisi, kabilenin kurtarıcısı olduğuna inanan Waiyaki'nin de kaderi olur. Yağmurun toprağa değmesinde bile bir çelişki görebilen genç adam, dünyaya alışkanlığın verdiği kolaycılıkla bakan biri değildir. Siriana'daki misyon okulunun müdürü Livingstone'dan oldukça etkilenmiş, hatta “babasının diğer tarafta duran hali” olduğunu düşünmüştür. Beyaz Adam'ın her şeyinin kötü olmadığının, dinlerinin bile “içinde parıldayan iyi şeyler” olduğunun farkındadır. Muthoni'nin kız kardeşi Nyambura'ya, Joshua'nın diğer kızına âşık olunca, iki yolu uzlaştırmanın yollarını arayan bir siyaseti benimser.

 

Kadın sünneti daha kötüdür

 

Sömürgeciliğin dinsel, politik, kültürel boyutları açısından gayet derinlikli yazılmış roman, kadınlık durumunu sorgulayışı açısından okuru ikilemde bırakıyor. 1960'lar Kenya'sında kadınların hiçbir şeye sahip olmadıklarını ve dolayısıyla güçleri de olmadığını net bir dille ortaya koyan Ngũgĩ Wa Thiong'o, kadın sünneti konusundaki olumlar tavrıyla okuru hayal kırıklığına uğratıyor. Beyaz Adam'ın medeniyetinin türlü yönlerini kolayca benimseyen erkek lider Waiyaki, neden kendi harsının kıymeti kendinden menkul bir âdetini savunuyor? Kültürleri uzlaştırma temasıyla yazılmış bir romanın merkezinde kadın sünneti gibi tartışmalı bir konunun olması belki bir romancı için cesurca olabilir, fakat bir kadın okur için uzaklaştırıcı. Sömürgecilik kötüdür, ama kadın sünneti daha kötüdür.

 

 

 


 

 

* Görsel: Dilem Serbest

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.