Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnsan denen kanser



Toplam oy: 1510
Jonathan Franzen
Sel Yayıncılık
Her okur kendi tanımını bulacaktır satırlarda ama roman, özgürlüğün trajedisini anlatıyor.

“Her ay dünyanın nüfusuna on üç milyon insan ilave ediyoruz. Bizler gezegen üzerinde bir kanseriz.” Jonathan Franzen, Özgürlük romanında, bu insan denen kanserin ilk tomurcuklandığı yere, aileye saplıyor neşteri. Birbirine sevgiden çok rekabetle bağlı karakterler çıkarıyor ailenin içinden. Kendilerini ebeveynleriyle kıyaslayarak aradaki farklar üzerinden bireyleşmeye çalışıyorlar. Her birey evden uzaklaştıkça topluma yayılıyor kanser. Yeni aileler kuruluyor. Franzen, ne Freudyen bir suçlamayla, ne de merdümgiriz bir nefretle anlatıyor hikayesini. Her şey anlatıldıktan, her karakter hak ettiği dibe vuruşu yaşayıp hayata ‘iyi insan’ olarak geri döndükten sonra akılda kalan, bıyık altından gülen Jungçu bir ‘hepimizin anne babası var, hepimiz travma geçiriyoruz’ tavrı. Finalde aileye var olmaya devam etmesi için bahşedilen izin ve yüzleştikten sonra birbirlerini affederek iyileşen karakterler etik terazinin kefelerini dengeliyor. Mutlu son demek istiyorsanız, buyurun.

 

Önyargılı bir genelleme olacak belki ama, kanımca, 30 yaş üstü okur tarafından karakterlerine daha sabırla yaklaşılacak, içgörüleri daha iyi anlaşılacak bir roman Özgürlük. Aynı önyargıyla derim ki, 20’li yaşlardaki okurların hepsi romandaki toplumsal hicvin tam destekçisi olmayabilir.

 

Romanın merkezinde Patty, Walter, Richard arasındaki aşk-arkadaşlık üçgeni var. Patty, ikinci seçimi olan güvenilir Walter Berglund ile evlenir, iki çocuğu olur.  İlk seçimi, asıl tutku duyduğu, Walter’ın en yakın arkadaşı kötü çocuk müzisyen Richard’dır. Üçü de özgür iradeleriyle ve bencilce seçimlerini yapmış, birbirlerine böylece bağlanarak, biri olmadan diğer ikisinin de olamayacağı bir tutsaklık yaratmışlardır. Walter, Patty gibi birinin Richard dururken kendisini seçtiği için muzaffer hissetmektedir. Patty, sevdiğinden daha çok sevildiği ve istediği gibi çalışmadan anne olabildiği için Walter’a karşı üstündür. Richard ise, Patty ve Walter’ı bir araya getirdiği, arkadaşlarından kendine ihtiyaç duyduğu bir aile yarattığı için mutludur. Ancak romanın mutlulukla ilgisi yok. Roman ilerledikçe, Franzen bu üç karakteri ayrı ayrı etik ikilemlere düşürerek aralarındaki sözleşilmiş mutluluğu paramparça edecek, birbirlerine ihanet ettirecek. Suçu üçü arasında paylaştırıp her birini cezalarını çekmek üzere dibe yollayacak. Vicdan azabı çekecekler, karikatürize edilecekler, toplum dışına itilecekler. Ya özgürlük? Her okur kendi tanımını bulacaktır satırlarda ama roman, özgürlüğün trajedisini anlatıyor. Özgürlüğün, Amerika’nın global kolektife yutturduğu en birinci ihracat malzemesi olduğunu savunuyor. Kapitalizmin dediği gibi bir bireyin kazanmak, başarmak, elde etmek için her şeyi yapmaya özgür olması mutluluğun değil, felaketin ve tükenişin sebebi. Oysa özgürlük ancak herkesin birbiri için yapacağı fedakarlıklar sonucu sürdürülebilir kılınır.

 

 

 

Tolstoy’um ol Franzen!

 

 


Akıllı Franzen, karakterlerini kullanarak, satır aralarına toplumsal gerçekçi bir manifesto yerleştirmiş. Patty üzerinden feminist bir tespit yapıyor. Anneliği ve ev kadınlığını bir kariyer olarak seçen kadınların çocukları büyüdükten sonra içine düştükleri işe yaramazlık duygusunu ve toplumun belli bir yaşın üstündeki kariyersiz kadınları nasıl kimliksizleştirdiğini anlatıyor.  Walter üzerinden büyük çevreci tiradını aktarıyor. İnsanın kontrolsüz bir hızla çoğaldığını, kapitalist zevkleri sürdürebilmek için savurganca tüketilen doğal enerji kaynaklarını anlatıyor. En çevreci görünen şirketlerin aslında başka karlar peşinde olan ikiyüzlülüklerini ortaya döküyor. Richard üzerinden dijitalleşen hayatı, gittikçe aynılaşan bireyleri, sanatın kurumsallaşmasını eleştiriyor. Joey üzerinden, özgürlük pazarlamacısı Amerika’nın aslında nasıl özgürlük sözcüğünü savaşın hüsnütabiri olarak kullandığını söylüyor. Neokonservatiflerin sözde vatan sevgisinin karlı dalaverelere kurban gidişini anlatıyor. Ancak bütün bu toplumsal eleştirilerini karakterlerine bir kriz anında tam da bir vicdan azabı patlaması yaşadıkları anda yaptırıyor ki Franzen, öne sürülen düşünceler karakterlerin ikilemlerinin bir parçası, verdikleri kararlardan sonra ödemek zorunda oldukları bedeller olsun.

 

 

 

Franzen için çağımızın Tolstoy’u benzetmesi uzun süredir yapılıyor. Tolstoy’un, “Her aile mutsuzluğunu kendine göre yaşar” savına, “Berglundlar’ın her zaman tuhaf bir halleri vardı zaten” diyerek ortak oluyor. Yıllar önce Anna Karenina’yı finallerden önce okurken, Tolstoy’un toprak reformu ile ilgili doldurduğu sayfaları okumadan geçip Anna’lı bölümlerin tadını çıkarmak ister, sonra öğrenci vicdan azabıyla, ya buralardan da soru çıkarsa diye geri döner tekrar okurdum. Aynı duyguyu, Franzen’in ötücü kuşların habitatlarının kömür madenine dönüşmesini anlattığı bölümleri okurken de hissettim. Franzen’in Tolstoy’dan farkı, betimlediği parçalanan doğa ve yok olmak üzere olan kuşların, çevreci alt metinden sıyrıldığında bile romandaki özgürlük, yaşama hakkı, fedakarlık temalarına kusursuz bir metafor oluşturması. Bu akıllılığından dolayı Tolstoy’dan daha iyi tolstoyluk yapıyor demeye cesaret edebilir miyim?

 

 

David Foster Wallace’ı bul!

 


Romanlara David Foster Wallace’ı bir karakter olarak gizlice yerleştirmek moda oldu. Jeffrey Eugenides, The Marriage Plot romanınındaki bandanalı bir İngiliz edebiyatı öğrencisi ile selam etti Wallace’a. Özgürlük’te de David Foster Wallace’ın ruhu, birbirlerini rekabetleriyle tamamlayan Walter ve Richard arasındaki erkek dostluğunda hissediliyor. Patty’nin bir terapist yönlendirmesiyle yazdığı itirafnamesi tam Wallace’lık.

 

 

 

 

Büyük Amerikan romanı

 

 


Televizyonun ve internetin toplumsal öğretici, yol gösterici olduğu çağda romandan toplumu derinden etkilemesini ve bir fark yaratmasını beklemek naif belki. Bu çağda romanı, 19. yüzyıldaymış gibi yazmayı seçerek roman türüne yitirdiği gücü geri kazandırıyor Franzen. Biz interneti, e-kitapları, twitter’ı eleştirmesini gülünç ve demode bulalım; o, nesli tükendi sandığımız büyük Amerikan romanını yazdı bile. Üstelik kendi yazarlık erklerine hayran biçemci post moderncileri geride bırakarak. Bir barda Franzen ile tünemek (kuşa gönderme), Özgürlük’ü e-kitaptan okumayı neden sevmediğimi anlatmak isterdim.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.