Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnsan makineden nerede ayrılır?



Toplam oy: 1182
Peter Carey
Ayrıntı Yayınları
Hayalgücü zengin hikayesi ve uygun kelime seçimleri ve ustaca dil kullanımı ile Carey, insan olmanın zaaf ve kuvvetlerine dair okuyucusuna gizemli bir yolculuk vaad ediyor.

Peter Carey’i, Oscar ve Lucinda ile Kelly Gang’ın Gerçek Hikâyesi gibi kitaplarıyla tanıyoruz. J.M. Coetzee ve Hilary Mantel ile birlikte Man Brooker ödülünü iki defa kazanmayı başarmış üç yazardan biri olan olan Avustralyalı edebiyatçının on ikinci kitabı Gözyaşının Kimyası, Ayrıntı Yayınlarınca geçtiğimiz günlerde ülkemiz okuyucusunun beğenisine sunuldu.

 

Kısaca özetlememiz gerekirse roman, Swinburne Müzesi’nde horolojist olarak çalışan Caterine Gehrig’in uzun yıllardan beri sevgili olduğu, evli bir adam olan Matthew Tindall’ın öldüğünü öğrenmesiyle başlar. Yasak ilişkinin tabiatı sebebiyle acısını dışa vuramayan Catherine, kafasını meşgul etmek için patronu Eric Croft’un kendisine verdiği eski bir kuğu otomatını tamir etmeye girişir. Bu süreçte Catherine, hasta çocuğu için 19. yüzyılda bu otomatı yapmış olan Henry Bradling’in 1854 tarihli not defterlerini ele geçirerek kendini gizemli bir hikâyenin içinde bulur...

 

 

Otomatın yapım süreci boyunca hem Henry’nin, hem de Catherine’in ortak bir duygudurumda olduğu göze çarpıyor. Zira bu iki karakterden ilki kaybetmekte olduğu çocuğuna, ikincisi ise kaybettiği sevgilisine dair keder ve sevgiyle tükeniyor. Carey’in aynı halet-i ruhiyelerde birleşen iki insanı zaman ve mekanda ustaca birbirinden ayırdığını söyleyebiliriz. Henry, Karlsruhe’deki ormanın derinliklerinde, gaz lambasından yansıyan loş ışığın altında bakır kabloların uğursuzca parladığı, Grimm Masalları’ndan fırlamış bir 19. yüzyıl Almanyası’ndayken, Catherine ise günümüz Londrası’nda ifade buluyor. Tabii söylemek lazım gelir ki, yazarın Oscar ve Lucinda isimli eserine aşina olan okuyucu, ikisi de kendilerini deliliğin kıyısına kadar sürüklemiş, sanat ve bilimin iç içe geçtiği bir serüvende bulan Oscar ve Henry arasındaki paralellikleri derhal fark edecektir. Ayrıca Carey’e iki defa Man Brooker’ı kazandıran unsurlardan olan betimlemelerdeki çarpılıcılık, kelime kullanımındaki zengin menü ve kelime seçimindeki başarı da bu eserde sıkça göze çarpıyor.

 

İnsan ruhunun doğasına dair sorular

 

Gözyaşının Kimyası insan varoluşuna dair geleneksel soruları da içinde barındırmakta. Carey otomat ile karakterler arasında yaptığı karşılaştırmalarla insanlar ile makinalar arasında bir anolojiye kurup, bu bağlamda duygulara, yani insanın gayrı mekanik özelliklerine eğilerek, meseleyi insan ruhunun doğasına dair sorulara getiriyor. Fakat bu soruların ziyadesiyle ve derinlemesine işlendiğini söylemek bütünüyle mümkün değil. Zirâ hem bu sorular metne yedirilmemiş olmasına rağmen kitap sonunda sanki metin boyunca işlenmişler gibi olgunlaşmamış bir yapıyla aniden okuyucunun karşısına çıkıyor, hem de sanki metin boyunca bu sorular ele alınmış gibi bir sona evriliyor.

 

 

Jacques de Vaucanson gibi tarihi figürler Henry’nin notları ile birleşince Mise en abyme metoduyla romana tarihi (Viktoryen) bir doku katıyor, fakat bu dokunun kurgunun bütününde yarattığı birtakım zaaflar da mevcut. Hikâyenin en ilgi çekici unsuru olan gümüş otomatımız Catherine’in kendini tekrar eden ağlamaları ve problemleri sebebiyle çoğu zaman gölgede kalıyor. Mezkur karakterin acısının derinleşememesi ve “Yine ağladım,” şeklindeki giderek tekerrür ederek yüzeyselleşen psikozları çetrefilleşemeyerek bir süre sonra okuyucunun karakterin duygudurumuyla özdeşleşememesine sebebiyet veriyor. Bu noktada Henry ile olan ve çok daha derinlemesine işlenebilecek; 19. yüzyılın tarihi ve felsefi dokusundan nasibini almış bu kısım (ki bu kısmı hazır Vaucanson’dan sözü açmışken, kitabın geneline kıyasla Voltaire’in Vaucanson’un ördeğine biçtiği rolü ifade ettiği bağlama oturtabiliriz: Vaucanson’un ördeği olmasaydı, bize Fransa’nın şanını hatırlatacak hiçbir şey olmazdı) her ne kadar başarıyla oluşturulmuş olsa da, tamamına ermeye bütünüyle muvaffak olamıyor.

 

Kimi defolarına karşın, Gözyaşının Kimyası teraziye konunca, yine de bu minvalde yazılmış birçok kurgudan (bilim-tarih) çok daha iyi. Hayalgücü zengin hikayesi ve uygun kelime seçimleri (mot juste), ve ustaca dil kullanımı ile Carey, insan olmanın zaaf ve kuvvetlerine dair okuyucusuna gizemli bir yolculuk vaad ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.