Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnsanın insana duyduğu ihtiyaç


Gayet iyi
Toplam oy: 296
Rachel Seiffert
Yüz Kitap
Mesafenin yalnızlığa dönüştüğü hikayeler... Neredeyse tüm karakterlerinin ağır duygusal sorunlarla sessizce mücadele ettiği bir kitap.

Karl Ove Knausgaard, Kavgam’da, annesiyle babası boşandıktan sonra bir zamanlar ailece yaşadıkları evin annesinde kalmasının kararlaştırıldığını fakat annesi babasının hisselerini satın alacak parayı toplayana kadar babasının yılın belli bir bölümünü evde geçirmeyi sürdürdüğünü yazar. Yani annesi birkaç aylığına evi, içinde yaşayan oğluyla birlikte eski eşine bırakır ve eski eşi yeni sevgilisiyle birlikte bu tarihlerde evin imkanlarından faydalanır. Şüphesiz ki bu, onun kanuni hakkıdır, ev hâlâ ona da aittir ve Karl Ove de hiç yadırgamadığı bu durumdan, belirgin bir önem atfetmeden laf arasında bahseder. Türkiyeli bir ailede nice duygusal patlamalara neden olabilecek bu çözüm, Norveç’te hiçbir sorun teşkil etmez. Taraflardan biri bu çözümden içten içe hoşlanmıyorsa bile, bunu kendisine saklaması gerektiğini bilir. Bana sorarsanız, Doğu kültürü ile Batı kültürü arasındaki en temel fark budur. Batı’da büyüyen biri canını çok sıkan bir mevzuyla dertlenirken bile, büyük olasılıkla ailesine ve arkadaşlarına bu konuyu açmamayı yeğler, onların keyfini kaçırmaya hakkı olmadığına inanır. Zaten o da başkalarının dertlerini dinlemek veya bu dertlere çare aramak konusunda isteksizdir. Böylece insanlar aralarında belirgin bir mesafe bırakarak ilişki kurarlar, ki bu durumu bireysellik diye adlandırmak doğrudur.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Günün Sonu Yok ise mesafenin yalnızlığa dönüştüğü hikayeleri inceleyen, yoksullukla sınanan insanın insan yakınlığına duyduğu ihtiyaçta odaklanan, neredeyse tüm karakterlerinin ağır duygusal sorunlarla sessizce mücadele ettiği, yetişkinlerin ruhsal yorgunluklarının çocukların sağlıklı büyümesine engel teşkil ettiği bir kitap. Ödüllü romanı The Dark Room’da Almanya’nın Nazi geçmişinin yeni nesillerin omuzlarına nasıl bir yük bıraktığını ele alan Rachel Seiffert, İngilizce okuruyla 2004’te buluşan bu derlemedeki “Dimitroff” adlı öyküde de bu temayı başarıyla sürdürüyor. Diğer öykülerde de, bazen açıkça belirtilmese bile politik bir fon mevcut; çünkü yazar öykülerine mekan olarak çoğunlukla Doğu Avrupa ülkelerini seçmiş ve Soğuk Savaş’ın gündelik hayat üzerinde hâlâ hissedilen etkilerini ortaya koymuş.

İngilizce orijinali, derlemenin ilk öyküsüyle aynı adı (“Saha Çalışması”) taşıyan bu kitabın Türkçe çevirisinin ismini, bünyesindeki “Mavi” adlı öyküde geçen bir cümleden aldığını da belirtmeden geçmeyelim. Seiffert öykülerini soğukkanlı bir gözlemci gözüyle ele aldığından, kitabına neden “Saha Çalışması” adını verdiğini anlamak zor değil. “Günün sonu yok,” cümlesi ise, hamile kız arkadaşının yanına taşınmasını umarak, içinde bulunduğu tüm maddi imkansızlıklara rağmen bir daire tutan Kenny’nin hissettiği çıkışsızlığı ve aslında kitaptaki tüm karakterlerin iç dünyasını çok iyi özetliyor. Dolayısıyla kötü bir tercih değil. Fakat barındırdığı duygusallık, yazarın benimsediği gözlemci duruşla bir miktar çelişiyor.

Günün Sonu Yok, Seiffert’in Türkçedeki ilk kitabı ve hem onunla tanışmak için hem de Batı kültürünün içini bir türlü dökemeyen karakterleri üzerine düşünmek için bir fırsat. İnsan, “Türkiye’den bir yazar bu öyküleri nasıl kaleme alırdı, bu toprakların insanları bu sınavları nasıl verirdi acaba,” diye sormadan edemiyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Tolga Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.