Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Irmak Zileli’nin “Eşik”i: Dünyanın tüm suçlarını üstlenen tanık



Toplam oy: 1115
Irmak Zileli
Remzi Kitabevi

Eşik, Irmak Zileli’nin, kahramanı ve tanığı Eylül’e, dünyanın tüm suçlarını yüklettirerek dönüştürüp yükselttiği romanı değil sadece, okuru da yakasından yakalayıp içine katarak tanıklıkla sanıklık arasında götürüp getirdiği, başını dalgalı ve akıntılı sularak sokup çıkardığı bir ırmak. Eşik, Eylül’ün başka öykülerle gelişeceğinin işaretlerini vermese de, en azından bende, böyle bir beklenti yarattı, yani Eylül’le gelecekte yeniden karşılaşsam, fena olmayacak, ilk tümcedeki ‘Irmak’ deyimi, bu beklentimden kaynaklanıyor.



Zileli’nin romanı, kahramanları gerçek yaşamdaki insanlarla ister isimlendirilsin isterse kendi başlarına yaşamaya bırakılsınlar, okunmayı, hem de Saramago tarzı çok dikkatli bir okumayı hak ediyor: öykü, öyküler daha doğrusu ve de karakterler, çok şey anlatıyorlar geçmişe, güne ve en önemlisi de, geleceğe ilişkin. Eşik’e yaşam veren karakterlerin sol’dan kaynaklanışlarının, romana ilginin ağırlıklı olarak soldan gelmesine yol açabileceği gibi bir sınırlama kesinlikle söz konusu değil Irmak Zileli’nin kitabında; gücü de buradan kaynaklanıyor zaten ve toplumu oluşturan bireylerin neredeyse tümünün deneyimlerinin ayrıntılı bir değerlendirmesini de içeriyor.



Irmak Zileli’nin, otobiyografik dense de, otobiyografik olsa da, roman olarak okunması ve yararlanılması zorunlu yapıtında, kurgu, yaşamın kollarına bırakılmış. Denir ya, yaşam en çarpıcı kurgulara bile rahmet okutur, okutmuş gerçekten de ve Eylül’ün önce sessiz, sonra giderek kararlı bir hale gelen –kahramanın nasıl dönüşeceğinin, dönüştürüleceğinin çok etkin bir örneğiyle- gözlemleri, sıradan, çok kişinin başına gelebileceği sanılan olayları yükselen bir gerilim sarmalına ‘ırmak’lık etmiş.



Eylül, sol bir örgüt liderinin kız kardeşiyle, aynı örgütün ikinci adamı denilebilecek kahramanının çocuğu. Eylül-annesi-babası-örgüt lideri’nin oluşturduğu dörtlüye, romanın ilerleyen bölümlerinde babasının yeni hayat arkadaşı da ekleniyor ve Eylül’ün gözlemlerine konu oluyor.



Bir bölüm:



“Mutlaka durulacak ortalık, o zaman ufak da olsa kimi işlere soyunurlar elbet. Fabrikalara gidemez, köylerde toplantı örgütleyemez belki ama yapılır bir şeyler... Ne mesela? Onu bilemedi şimdi, ama en azından tartışmalar yürütürler içlerinde. Okuma yaparlar. Eğitim çalışması gibi olur. Madem pratiğe dökemiyorlar devrimciliği, en azından teorik yönden geliştirirler kendilerini. Parti’nin ideolojik donanımını artırmak için değerlendirirler bu yılları. Devrim dediğin uzun soluklu bir mücadele. Bugünden yarına olacak değil ya. Bugün yapacakları her şey yarınlara yatırım...”



Bu düşüncelerin kaç nesil tarafından yinelendiğini –yenilenmediğini- bilenler, Eylül’ün gencecik yaşına karşın şöyle dediğini okuyacaklar, duyacaklar sonra, gelişmenin, dönüşümün, olumluya doğru evrilmenin anlamına –eğer bunu da arıyorlarsa- yaklaşacaklar:



“Babasına da yazacak bunları. Onun düşünceleri varsa, Eylül’ün de var. Bugüne kadar sustuğuna saysın. Neden korkuyor ki? Elif o mektubu yazmaya korkmadıysa, Eylül de korkmayacak. Korkusuz ve yüksek sesli bir mektup olacak bu. Hemen değil. Biraz daha düşünüp öyle. Babası gibi yapmayacak. Acelesi yok. Düşüncelerini olgunlaştıracak önce. Belki annesiyle de konuşur. Aslında hiç ihtiyacı yok. Onun desteğini almak icin değil. Fikir verir. Onun söylediklerini de olduğu gibi alıp koymayacak ki mektubuna. Bak hala etkileniyor babasından. Ne önemi var bunun? Annesinin fikirleri tu kaka mı? Doğruysa onlardan da yararlanır, gocunacak bir şey yok. Gerekirse dayısına da gider. Ona biraz kitap verir. Anlatırsa düşündüklerini, ihtiyacı olan kitabı hemen tespit eder o. Babasının önerdiklerini de okur tabii, ne olmuş? Artık merak ediyor. Hep etti aslında. Çekindi yalnız. Öğreneceklerinin kafasını daha da karıştırmasından çekindi. Ama yok artık kimseden bir çekinmesi. Dayısının hoşuna gider diye de yapmıyor bunu. Babası böyle düşünebilir ama o da mühim değil. Ne derse desin. Okuyacak ve değerlendirecek. Beynini böyle bir kavanoz gibi açacak. Bugüne kadar inatla kapalı tuttu kapağını...”



Kitabı okuyacak olana verdiğimiz ‘kopya’ bu kadar. Eylül’ün, önceki paragrafta aktardığımız düşüncelere gelinceye kadar yaşadıkları merak edilmeye değmez mi? Ağzını açanın, gençliğe olan güvenini dile getirmesi artık alışkanlık halini aldı. Bu güven, nereden kaynaklanıyor, öğrenmek; algılamak, anlamak ve anlamlandırmak isteyen alsın Irmak Zileli’nin Eşik’ini, eşik’in nasıl aşıldığına Eylül’le birlikte tanıklık etsin. Arada sanık olmak da var, hamama giren terler.



‘Gençleri anlamak gerekir,’ denir ya bol bol, gerçekten doğru söyleniyorsa ya da bu sözleri söyleyen içtense, olanak bulunduğunda gençlerin yazdıklarının da sabırla, yavaş yavaş, anlamaya çalışarak okunması gerekmez mi? Olanak sunulmuş işte, sunulan birçok olanaktan biri belki, ama ortada, tüm yürekliliğiyle, cesaretiyle, korkusuzluğuyla.



Annesi, ölüm döşeğinde, kızı Eylül’e, “Korkma,” diyor. Fısıldayabiliyor, ancak önemli olan, o haliyle bile, “Korkma,” diyebilmesi ve kızının da bunu anlayabilmesi değil mi?



Miras olarak, bir yaştakilerin, kendilerinden sonrakilere bu sözcüğü bırakabildikleri koşullar, ancak korkmamakla aşılabilir gibi görünüyor, korkmamak için de, her şeyi yeni baştan anlamaya çalışmak, eskiyi, ancak geleceğe taşınmasında yarar olan yanlarıyla sırtlanmak, eskinin altında ezilmemeyi –karınca metaforu, onu da siz okuyun!- bilmekle olası. Irmak Zileli, bana bunu da anlatıyor. Size anlatacakları çok başka şeyler de olacaktır kesin.



Eylül’ün gelişiminin devamını merakla beklediğimizi de, son olarak, ekleyelim. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.