Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Işık Antikite'den yükselince



Toplam oy: 769
Henry Miller // Çev. Avi Pardo
Siren Yayınları
Henry Miller'ın en iyi kitabı olarak gösterdiği, pek çok eleştirmenin de aynı doğrultuda değerlendirdiği Marousi'nin Devi, seyahatname, anı veya otobiyografi türlerinin eklektik bir örneği olarak kayda değer bir öneme sahip.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’li bir yazar ziyaret eder Yunanistan’ı. Yazarlık kariyerinin doruğunda, çalışmaya yirmi yıldır hiç ara vermediğini fark etmiş, bir yıl sürecek bir yolculuğa çıkmıştır. Önce, dönemin diğer ABD’li sanatçı ve entelektüelleri gibi, bir mabede dönüşen Paris’te zaman geçirir, ardından kendisini bir “Amerikalı vahşi” olarak hissedeceği Yunanistan’a geçer. Bu kişi, Korfu’da yaşayan ve kendisi gibi yazar olan dostu Lawrence Durrell’ın daveti üzerine söz konusu seyahati gerçekleştiren Henry Miller’dan başkası değildir.

 

Henry Miller’ın en iyi kitabı olarak gösterdiği, pek çok eleştirmenin de aynı doğrultuda değerlendirdiği Marousi’nin Devi, seyahatname, anı veya otobiyografi türlerinin eklektik bir örneği olarak kayda değer bir öneme sahip. Her şeyden önce Miller bu türleri, ülkeyi gezdikçe şahsen ya da duyarak tanıdığı Yunan şairlerinin muhtemel etkisiyle, şiirsel bir dille harmanlıyor. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu söylemek çok iddialı olabilir ancak kitabın tamamında Miller’ın ilk defa geldiği bu ülkenin köklü medeniyeti, doğası ve insanı karşısında kültürün, hatta insanın kökenini bularak bir tür vecd içine girdiğini, dilinin de bundan ister istemez etkilendiğini görüyoruz. Yazar, Thebai’yi gezerken burayı “bütün romanların doğduğu” bir tür Arkadya olarak nitelendiriyor. Mikene, Knossos ve Delfi’de yaptığı ören yeri gezilerini anlatırken kullandığı metaforlara kendisini ne kadar kaptırdığını görünce bu vecd ile yazılmış şiirsel dilin, büyük ölçüde kendi içine dönük bir yapı taşıdığını da görüyoruz. Yunan dostlarının tabiriyle, “deli değil, mecnun olan, kayaların sesini anlatan” Yunan şairlerin şiirindeki sesin güzelliği ve titreşimi, Miller’ı hayli etkilemişe benziyor ve Miller insanın faniliğine kafa tutan doğanın sonsuzluğunu, antik kentlerdeki yosunların ve kayaların dilinden başlayarak ifade etmeye soyunuyor. Bu içe dönük yazı dilini hikaye üzerine düşünerek şu cümlelerle destekliyor: “Ben her zaman hikaye anlatma sanatının dinleyenin hayal gücünü hikayenin sonu gelmeden çok önce kendi hayallerinde boğulacak kadar uyarmakta yattığını düşünürüm. Dinlediğim en iyi hikayeler en anlamsız olanlardı, okuduğum en iyi kitapların olay örgüsünü anımsamıyorum, tanıdığım en iyi insanlar hiçbir yere varamadıklarımdı.”

 

Yunan usulü bir başlangıç

 

 

Sadece birkaç yüzyıl içinde sayısız dahi çıkardığı için bile Yunanistan’a şapka çıkarılması gerektiğini düşünen Miller, bu topraklarda güzelliğin ve doğallığın özünü buluyor. İnsanın her türlü tahribattan sonra, “birkaç keçi ve koyun, derme çatma bir baraka, küçük bir tarla, birkaç zeytin ağacı, bir dere ve bir kaval ile Yunan usulü bir başlangıç yapabileceğini” söylüyor. Toprakta çalışan bir köylü kadınında Da Vinci’nin Mona Lisa’sında fetişleşen güzelliğin en saf halini görüyor. Miller’ın duyduğu coşkunluğun ifadesi olan esrik dil, yine aynı hayran olma durumunun ifadesi olarak son derece yalın, bu defa dışa dönük, öfkeli ve keskin bir dile de dönüşüyor. İnsanın özü ve en iyisi olarak gördüğü Yunan modeli karşısında kendi “Amerikalı vahşiliğini” her fırsatta dile getirdiği gibi, tanıştığı bazı Türkleri ve Yunanları “Amerikan rüyası”na ilişkin çarpık algıları dolayısıyla uzun uzun eleştiriyor. Medeniyet bağlamında ABD’yi model alan bu insanlara New York’un dünyanın nasıl en gösterişli ve en boş kenti olduğunun, yeni sanat söz konusu olduğunda “Amerikan rönesansı” diye bir kavramın gerçek olmadığının altını çiziyor. Miller’ın, “Yunanlı bir yeri terk ettiğinde geride bir boşluk kalır, oysa Amerikalı bir yeri terk ettiğinde ardında çöp bırakır,” sözleri, özellikle ABD dışındayken bir Amerikalı olmanın comneler hissettirdiğine dair etkili bir örnek. Miller’ın İngilizler, Almanlar gibi başka Batılı kimliklere olan yaklaşımı da Amerikalı olmak üzerine düşündüklerinden farklı değil; zira keskin ve doğrudan diliyle İngilizler için “yağcı,” Almanlar için “Alman lahana turşusu” gibi ifadeler kullanabiliyor. Fransız şiirini savunan Yunan aydınlarını görünce Fransa’nın savunucularının her zaman Fransa’nın dışından çıktığı saptamasını yapıyor.

 

Miller’ın Amerikalı kimliğini eleştirmesi ve genel olarak Batı dünyasına karşıt tutumu, bir aydın ve yazar için anlaşılır bir durum elbette, ama bu düşüncelerinin bu seyahatte oluşan Yunan medeniyetine duyduğu güçlü hayranlıkla harlandığını belirtmek gerekiyor. Antik Yunan medeniyetiyle modern Yunan medeniyetini eşdeğer görmesi, Batı medeniyetini şiddetle eleştirirken insanın özdeğerini Batı medeniyetini şekillendiren Yunan dünyasına atfedip Batı’nın dışında kalan medeniyetlerden, -bu seyahat sayesinde hissettiği “dünya vatandaşlığı”na rağmen- yani dünyanın kendisinden bahsetmemesi, Miller’ın içinde bazı çelişkilerin bir tür romantizmle şekillendiğini gösteriyor. Miller’ın içsel yolculuğunda kilometre taşı olarak gördüğü ve muhtemelen bu nedenle de bu kitabı en iyi kitabı olarak değerlendirmesine yol açan bu yolculuk, aslında ancak Miller’ın kendisine, dünyaya kendisi gibi bakan Amerikalılara ve diğer Batılı bireylere eleştirinin fenerini tutabilecek nitelikte; dışarıya değil. Dünyanın geri kalanının zaten farkında olduğu, Batı’nın dünyayı yoğurma biçimlerinin bizzat Batılı bir yazar tarafından eleştirilmesi değil Marousi’nin Devi’ni güzel bir edebi metin yapan; bu başarının altında seyahatname, anı ve otobiyografi gibi türlerinin kurgusu ve diliyle oynayıp yeni edebi lezzetler sunması ve bize milliyetçi olmadan ulusunu çok seven, Seferis gibi dünya vatandaşı şairleri tekrar okuma isteği uyandırması yatıyor.

 

Bu yolculukta insanın özü, barış ve değişime dair Miller’ın aklına gelenleri Seferis’in dizelerinde yeniden düşünmek gerekiyor: “Bir güvercin gibi ak/ o gizli kıyıda/ susadık öğle üzeri:/ ama tuzluydu sular./ Sarı kumların üstüne/ adını yazdık onun,/ ama bir rüzgar esti denizden/ ve silindi yazılar./ Nasıl bir ruh, bir yürek,/ nasıl bir istek ve tutkuyla/ yaşadık: yanılmışız!/ Değiştirdik öyle yaşamayı.”

 


 

* Görsel: Serpil Yıldız

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.