Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İstanbul'un en çok Ankara'ya dönüşünü...



Toplam oy: 1348
Levent Cantek
İletişim Yayınevi
Ankara’ya İstanbul’dan değil, Ankara’dan bakan bir proje Dumankara, Hayat Bir Yangındı. Ki asıl kıymeti de bundan.

Geçtiğimiz sonbaharda Levent Cantek’le Sakarya’da denk gelmişiz, çorba içiyoruz, masada birkaç Ankaralı dost daha. Ankara’yı neden sevdiğimi anlatıyorum onlara. İstanbul’da doğmuş, büyümüş biri olarak yolum bir gün Ankara’ya düşmüş ve bir şey olmuş şehirle aramda, anlatması zor, çok sevmişim bozkırı, onun Turgut Uyar sarısını, bırakıp eve dönememişim. “Eski Ankara,” diye bir şeyden bahsediyor “Eski Ankaralılar”. Ben böyle deyince, “Ah sen asıl o halini görecektin, şimdi çok değişti.” diyorlar. Umurumda değil söyledikleri, şehirler değişiyor, tarihe zırnık kadar kıymet vermeyen büyükşehir belediye başkanlarına inat, o saçma sapan makyajın altında bir yerde bir gizli ruh kalıyor. Daha AŞTİ’de adımını atıveriyorsun otobüsten, sızıveriyor dolaşım sistemine. Damarlarında 33 yıldır İstanbul dolanan biri olarak, daha ilk dozda sarhoşum. “Seviyorum Ankara’yı.” diyorum, “Anlatması zor.”

 

 

 

Cantek, bir çizgi roman erbabı olarak, bir işe soyundu o karşılaşmadan sonra -ondan başkası yapsa üzülürdüm- bir grafik roman yazdı: Dumankara, Hayat Bir Yangındı. Evet, grafik roman… Duymaya alışık olmadığımız bu türü şöyle anlatıyor Cantek: “Bildiğimiz çizgi romanların dışında duran, ayraç koyarak okuyacağınız, edebi tatları olan, kendine özgü derinliğe sahip, insani meseleler anlatılan başka çizgi romanlar bunlar.” Haberini duyduğum andan elime ulaşana kadar hevesle beklediğim bu kitap,  bir Ankara romanı. Kitabın ilk sayfasını açar açmaz içinde, mayasında Ankara olan o ruhu bulacağıma, Ankara’ma kavuşacağıma emindim. Yanılmadım da.

 

 

 

Ankara’ya İstanbul’dan değil, Ankara’dan bakan bir proje Dumankara, Hayat Bir Yangındı. Ki asıl kıymeti de bundan. Ankaralı 21 hikâye var içinde. 1916’dan bugüne dek çeşitli dönemlerde Ankara’da geçen hikâyelerden oluşan bir derleme. Çoğunluk kenar mahallelerdeki alt sınıftan insanlar arasında geçiyor hikâyeler. Bu halleriyle ziyadesiyle puslu, kirli, paslı ve dertliler. Tanıtım yazılarını oldum olası sevmem ama Dumankara’nınki lafı gediğine koyuyor: “İsli sabahçı kahveleri, ekmekle soğan, nam için yaşayan hikâyelerin mahallesi. Kaledibi, Altındağ, Eskitepe. Kabadayı yevmiyesi. Azap ceketi, hayal hançerleri, yıkıldı yıkılacak ahşap evler, teneke çatılar, güvercin taklaları, afyonun ve tütünün saati. Şıngır mıngır sofralar, Allah'ın inayetine şükran. Yerdeki kel halılar, ahbapsız apartmanlar, siyahi gündüzler, şehirdeki tezek kokusu, eskiyip cızırdayan plaklar..."

 

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Ethem Onur Bilgiç- Dumankara'dan alınmıştır.)

 

 

 

 

 

 

 

“a’cıcık faklı bir şey”

 



Cantek yazmış, nicesi çizmiş. İsimlerini yazmazsam haksızlık edeceğim, kimi Cantek’in yeni tanıştığı, kimi uzun yıllardır tanıyıp bildiği 19 çizer var projede: Ayhan Hayrula, Berat Pekmezci, Çağrı Coşkun, Emre Yüce, Ender Özkahraman, Ethem Onur Bilgiç, Gökhan Güneş, Mert Yavaşça, Murat Başol, Murat Gürdal Akkoç, Onur Atay, Ömürden Bakaçhan, Sefa Sofuoğlu, Sümeyye Kesgin, Taner Duran, Uğur Erbaş, Uğur Sertçelik, Utku Yavaşça, Zeynep Özatalay… Hepsi başka bir Ankara göstermiş kendi eleğinden süzüp. Hikaye var, 1900’lerin Ankara’sında geçiyor, hikaye var bugüne bakıyor. Yine de hepsinde aynı ruh. Belki de, her biri kendi estetik anlayışına sahip 19 farklı göze rağmen her öyküye sızdırdığı Ankaralı kalemiyle Cantek bunu başaran; onun sokakları, onun çocukluğu, onun kederi, onun neşesi, onun Ankara’sı anlatılagelen. 19 göz, dile kolay, yine de sanki her biri aynı ağaçtan toplamış cümleleri, bir koşu eve gidip kendi reçelini kaynatmış, hepsi başka tatta olmuş. Tek tek anlatması zor 21 hikayeyi. Ama en çok aklımda kalanlar; Murat Başol’un “Pantalonlu Kadın”ı, Utku Yavaşça’nın “Koltuk”u, Zeynep Özatalay’ın “Güzel Cemile”si, Uğur B. Sertçelik’in “Bu Dünya Yalan Polis Efendi”si, Berat Pekmezci’nin “Ferdi”si, Ender Özkahraman’ın “Bilmiyorum Fatma”sı ve Mert Yavaşça’nın “Hacıbey”i… Metin silah gibi patlıyor bu saydıklarımda, çizgilerin hiç de ondan aşağı kalır yanı yok; kitabı kapattıktan çok sonra dahi insanın kulağında çınlıyor, rüyasına bile giriyor.

 

 

 

 

Kitabın başında Cantek’in kaleme aldığı, projeye dair motivasyonunu özetleyen bir metin var. İçerdeki 21 hikayeye kol kanat geren bir metin bu. Bu kitap için neden kollar sıvandı? “Angaralı” profilinin aslı astarı nedir? Cantek bir Ankaralı olarak bu profil hakkında ne düşünür? Ankara’ya İstanbul’dan değil de, Ankara’dan bakmak nasıl bir şeydir? Kitaptaki hikayelerin hikayesi nedir? Şöyle diyor bir yerde: “Başka bir Ankaralı resmi çizmeye niyetli değilim. Hayatı İstanbul yönetiyor ve o ‘oynak Angaralı’ profilini de İstanbul üretiyor, yapacak da bir şey yok. Soran olursa ben de ‘Ankaralı böyle oynamaz, böyle çalmaz’ diyorum ama boşuna tabii. Annemle babamın aksine Ankara’yı küçümseyen sayısız konuşmaya muhatap olmuşumdur. Uzun üniversite yıllarımda, şehre dışarıdan gelmiş sayısız sahil çocuğu Ankara’dan nefretle bahsederdi. Ne yapsan ne desen boşunaydı, sevmemelerinin sorumlusunu arar, Ankaralı olduğum için dönüp dolaşıp bana saydırırlardı. İnsanı bir yerli yapan şey işte böylesine dışlayıcı sözlerden çıkıyor, farkına varıyorsun. Savunurken ‘ben kimim?’ demeye başlıyorsun. Seni dışlayan insanlarla marazi bir hesaplaşmaya bile giriyorsun. İstanbullular olmasaydı Ankaralı olmamı belki de hiç önemsemeyecektim.”

 

 

 

 

Cantek’in de Ankara ağzıyla dediği gibi “a’cıcık faklı bir şey” Dumankara, Hayat Bir Yangındı. Hem grafik roman gibi Batıda almış yürümüş ama bizim hiç alışık olmadığımız bir türde üretildiği için, hem de okur gözümüzü İstanbul merkezinden kaydırıp -bin şükür!- taşraya, bir taşra şehri olarak Ankara’ya çevirdiği için. Sadece çizgi roman okurunun değil, çizgi romana aşina olmayan edebiyat okurunun da dikkatini cezbetmesi an meselesi. Her haliyle kıyıdan bir kitap, el değmemiş, yaza yaza sündürülmemiş bir şeye dokunuyor ve iyi bildiği bir şeyi anlatıyor. Sıkıntısını sevdiğimin şehri Ankara’yı…

 

 

 

 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel de kitaptan alınmıştır.)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.