Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İyilik- kötülük çatışmasının modern zamanlardaki tekrarı



Toplam oy: 1150
Kökeni Yahudi mitolojisine, Osmanlı tarihine dayalı, macera ve gizem dolu bir hikaye anlatıyor Hesna Onbaşı.

Tarikatlar gizlilikleri, ritüelleri, siyasi ve ekonomik güçleri nedeniyle çağlar boyunca toplumların merak konusu; okuyucuda merak uyandırmayı hedefleyen polisiyelerin ve korku edebiyatının ise ilham kaynağı olmuştur. Mısır Rahipleri, Tapınak Şövalyeleri, Gül Haçlılar, Haşhaşinler, Cizvitler, Masonlar, yakın zamanlarda El Kaide vb radikal İslamcı gruplar belki de en çok polisiye/ korku edebiyatının malzemesidir.

 

Gotik edebiyatın ilk örneklerinin –Horace Walpole’un Otranto Şatosu ve William Beckford’un Vathek romanlarının– dini fanatiklerin ve keşişlerin korkunç emellerini anlatan hikayelerinin yarattığı etki, arkalarında bir gelenek bıraktı. Musa’nın “On Emir”ini barındıran sandıktan tutun da İsa’nın şarap kasesine kadar çeşitli kutsal emanetlerin, kayıp kutsal metinlerin peşinde koşan, Hıristiyanından İslamcısına, putperestinden şeytana tapanına kadar türlü kılıklara bürünmüş ama daima kötülük paydasında buluşan tarikatları konu alan yüzlerce roman sayabiliriz. Sanıyorum onların ürkütücü imgesini zihnimizde katılaştıran biraz da bu hikaye ediliş biçimleridir. Öyle ki Umberto Eco Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı incelemesinde edebiyat yoluyla yaratılan bir imgenin Hitler döneminde Yahudilere karşı yürütelen soykırıma nasıl alet ediliğini uzun uzun anlatmıştır.

 

Geçmişi bir kenara bırakırsak, günümüzün tarikatları ve gizemleri söz konusu olduğunda ilk akla gelen, hiç kuşku yok ki Dan Brown’un kaleme aldığı Da Vinci Şifresi oluyor. Gerçekten de Da Vinci Şifresi’nin kalıpları bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de sıklıkla kullanılmış, farklı mitolojilere, tarikatlara ve toplumlara uyarlanmıştı. Hesna Onbaşı'nın ilk romanı/ polisiyesi Süleyman'ın Kuyuları da bu türden bir uyarlama; kökeni Yahudi mitolojisine, Osmanlı tarihine dayalı, macera ve gizem dolu bir hikaye anlatıyor Hesna Onbaşı.

 

Grotesk bir kompozisyon

 

1552 yılında Osmanlı zindanlarında başlıyor hikaye. Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Cellatbaşı Kara Ali, yaşlı bir adamı ağır işkencelerden geçirip infaz ediyor. Hemen ardından 2009 yılına geçiyoruz. Bu kez Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizlerde bu sefer –bir cellat değil belki ama en az Cellatbaşı Kara Ali kadar– acımasız bir tetikçi bekliyor kurbanlarını. Beklediği de, iki gariban hırsız. Hırsızlar saraya ulaşmalarına rağmen çalınması sipariş edilen heykel ve kitabı bulamadan geri dönmektedirler. Dev yapılı tetikçi de ikisini de öldürür ve cesetleri grotesk bir kompozisyonla sergiler; bu bir meydan okumadır...

 

Hırsızların ele geçiremediği yaklaşık 4500 yıllık heykel ile 500 yıllık kitap, müze müdürü saygın tarihçi profesör Cahit Bey’in evindedir. O da aynı gün evinden çıktığında saldırıya uğrayacak ve yaralanacaktır. Olayları soruşturmak da, "cinayet büronun, dolayısıyla da emniyetin adı en çok duyulan, yarı efsanevi isimlerinden" Sami Mandıralı'ya düşmüştür... Sami Mandıralı ve ekibi cinayetlerin, kitabın ve heykelin esrarını çözmeye çalışırken yolları o esrarın sırlarına vâkıf insanlarla, mesela Neve Şalom Sinagogu Hahambaşı Benyamin Bahir ile çakışır. Hahambaşına göre karşılarında Molak'ın müritleri vardır...

 

Hesna Onbaşı –Hahambaşı'nın ağzından– uzun uzun anlatıyor ama bu yazıda hikayenin dayandığı mitolojiyi özetleyecek yerimiz yok! Biz polisiye yanına dönersek; Molak’ın müritlerinin tarihin intikamını almak için başlattıkları cinayetler bir dizi kadın cesedinin bulunmasıyla devam ederken, emniyet güçleri de son büyük eylemi engellemek için çalışıyorlar. Düğümler çözülürken heyecan yükseliyor ve roman da ölümcül bir takiple son buluyor...

 

Gotik romanlar tadındaki final sahnesi

 

Tarikatları, dini mitolojisi, kayıp kitabı, kutsal heykeli ile Süleyman'ın Kuyuları’nın Da Vinci Şifresi'nden esinlendiğini söyleyebilirim. Elbette basit bir adaptasyon değil, Hesna Onbaşı hikayesini bu coğrafyaya iyi bağlamış, yerelleştirmesini bilmiş. Devrik cümleleri bir yana bırakırsak çok rahat bir anlatımı var. İlk romanı ama belli ki yazıyla ilişkisi yeni değil. Özellikle monologlar akıcı ve inandırıcı. Hikayenin aksayan yanı –özellikle mitoloji ile ilgili– uzun anlatıların yapıldığı bölümlerde. Kuşkusuz okuyucuyu ikna etmek için yapılmış. Eğer roman daha hacimli olsaydı kabul edilebilirdi. Süleyman'ın Kuyuları’nda ağırlık, tarihi anlatımlara verildiğinde denge bozuluyor. Sami Mandıralı'nın da bu tarz anlatımlardan sıkıldığına bakılırsa, yazar da farkında bu durumun. Ancak sorunu giderememiş. Bir yandan açıklamalar bir yandan olaylar arasında roman kişilerine yer kalmamış. Hepsi de tek boyutlu; bir yanda iyiler var diğer yanda kötüler... Kadim iyilik- kötülük çatışmasının modern zamanlardaki tekrarına dönüşüyor hikaye.

 

Asıl itirazım ise, kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişkiye: Roman 2005-2012 yılları arasında yazılmış. Olayların gerçekleştiği günlerde ise 2009 yılındayız. İlginçtir, Süleymaniye Camiinin restorasyonunun bitirilip Başbakan tarafından açılışının yapılmasından gayri, güncel hiçbir şey girmemiş romana. Hesna Onbaşı –mekanların, atmosferin, hatta tarihi geri planın inandırıcılığına rağmen– itina ve titizlikle dış gerçekliği dışarıda bırakmış.

 

Her yanı kriminalleşmiş bir ülkede polisiye yazmak için çok daha çekici ve güncel konular bulunabilir diye düşünüyorum; hele ki son birkaç aydır cemaat ile siyasi iktidar arasındaki entrikalarla dolu mücadeleyi izlerken... Söz konusu mücadelenin, emniyet içinde gelişen olayların, yolsuzluk takibatının, dinlemelerin, trajik ve komik yanlarıyla birlikte bir polisiye romana konu edilmesi çok daha ilgi çekici geliyor bana.

 

Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizler, o dehlizlerde öldürülen iki hırsız, İsrail dağ komandoluğundan devşirilmiş bir tetikçi, İstanbul Yahudi cemaati içinde saklanan bir hain, bitirimler semti Selamsız'daki takip, dört kadın cesedi, kayıp hamile bir kadın ve gotik romanlar tadındaki final sahnesi ile Süleyman'ın Kuyuları polisiyeden ziyade “macera ve gizem romanı” nitelemesini hak ediyor... Bu tarz polisiyeler kişisel tercihim değildir ama sevenlerdensiz Süleyman'ın Kuyuları’nı beğeneceksiniz. 

 


 

 

* Görsel: Burak Dak

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.