Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İzmir'in, bir profesörün, alkolün ve kuşların romanı



Toplam oy: 1061
Ahmet Sipahioğlu
Metis Yayınları

Nicedir bir ümitle, kâh fiyakalı arka kapak tanıtım yazılarının gazı, kâh basında çıkan pazarlama amaçlı söyleşilerin ve yüksek satışların etkisi ile (bir romancının romanı hakkında sayfalar boyunca konuşmasını, açıklama yapmasını da hiç anlayamam ya!) elime aldığım yeni çıkan Türkçe romanları birkaç sayfa okuduktan sonra görev ve sorumluluk bilinci ile sıkıntılar içinde, hani belki biraz güzelleşir, ne bileyim hiç olmazsa iyi bir sonla bağlanır gibi iyi düşüncelerle bitirmeye çalışıyordum. Bir, iki, üç, dört, derken insan eline yeni bir Türkçe roman almaya korkmaya başlıyor.

 

 

Eleştirmenlik zor iş, sürekli keçiboynuzu yemeye benziyor. Eleştirmenlere kolaylıklar diliyorum. Benim yaptığıma eleştiri denemez, öyle bir iddiam da yok, sadece kitap tanıtmaya çalışıyorum.

 

 

Bu ülkede iyi bir eleştirmene yöneltilecek en haksız eleştiri herhalde “o da hiç bir şey beğenmez ki” olmalı. Ahmet Sipahioğlu'nun Metis'den çıkan romanı Tepelitaklak'ı da bu halet-i ruhiye içerisinde edindim. Bir süre yeni bir hayalkırıklığı yaşama korkusu ile bir türlü başlayamadım. Neyse korktuğum başıma gelmedi.

İyi bir romanın sonradan, ortadan, efendim kenardan açılması, iyileşmesi diye bir şey yok. İyi roman iyi başlıyor, iyi gidiyor, iyi bitiyor.

 

Ulvi cümleler arıyorsanız size göre değil bu roman

 

Tepelitaklak'ı en iyi anlatan cümle arka kapakta yer alıyor: “Teğellenmiş öykülerden oluşan bir roman bu.” Aslında korkutucu bir cümle. Eğer öyküler teğellenmeye pek müsait değilse böyle bir kurgu girişimi ile ortaya garip bir şey de çıkabilir. Ama Ahmet Hoca iyi tasarımcı ve iyi terzi. Öyküler güzel, teğelleme başarılı.

 

 

Edebiyatımızda da sinemamızda da bir derinlik ve çok katmanlılık, çok boyutluluk problemi olduğunu düşünürüm. Genelde ortada bir tek hikâye olur, o da şöyle böyle bir hikâyedir, işin “edebiyat yapma”, efendim, şiirsel bir üslup tutturma, altı çizilecek, kahramanlara aforizma olacak koca koca cümleler söylettirme sevdası ağır basar. Vıcık vıcık romanlar okumayı seviyor, altını çizeceğiniz, hayranlık içinde arkadaşlarınıza göndereceğiniz ulvi cümleler arıyorsanız size göre değil bu roman.

 

 

Romanımızın kahramanları (öncelik sırasına göre değil) İzmir kenti, Karataş semti, Urla ilçesi, devlet ve vakıf üniversiteleri, abisi Tayyare çocukken ölünce onun hatırasına isminin Tayyare II olması düşünülen ama sonra Tayyar'da karar kılınan bir asistan, onun Kıbrıs Gazisi yatalak babası, kuşlar, romana adını veren Tepelitaklak kuşu, veya latince ismi ile Camptorhynchus Baffaius, yerli adı ile Pamuk Ördek, bütün bunların merkezinde felsefeci, alkol bağımlısı, kuş gözlemcisi bir üniversite profesörü Bülent Çağlar, ve onun karısı.

 

Kuşların göçünü sözcüklerle betimlemek! Cesaretiniz varsa deneyin!

 

Romanımız Asistan Tayyar'ın hocasına feryadı ile açılır: Tayyar, bunca yıldır asistanlığını yaptığı, hakkında, özel hayatının detaylarına kadar herşeyi bildiği hocasının başta isminin nereden geldiği olmak üzere kendisi ile ilgili hiçbir şeyi merak etmemesine ve bilmemesine bizim aracılığımızla sitem etmektedir. Bu vesile ile Tayyar'ın ve ailesinin kısa tarihlerini öğreniriz. Sonra romana teğellenme sırası Urla'ya gelir. Zira Tayyar ailesi ile birlikte Urla'da yaşamaktadır.

 

 

Yazarımızın adeta bir kamera hareketi ile Urla'daki bir pencereden uzak bir tepeye zoom yaparak betimlemeye başladığı ve kameranın bulunduğu yer ile arasındaki tüm detayları aktararak bulunduğu yere, ya da tüm bu manzarayı gören gözün bulunduğu noktaya çekilmesinden ibaret kısa bölümü ( Gökyüzü, Evler ve Pencere) çok yaratıcı ve başarılı buldum.

“Kuşların Destansı Yolculuğu” bölümü ise harika. Sipahioğlu bize sözcüklerle adeta bir kuş göçü belgeseli izlettiriyor. Sözcüklerin gücüne bir kez daha inandım sayesinde. Kuşların göçünü sözcüklerle betimlemek! Yazar adayları cesaretiniz varsa deneyin. Nasıl olabileceğini de okuyarak görebilirsiniz.

 

 

Ve teğellenme sırası İzmir'e gelir. İzmir anlatılırken “İzmir'in kadınları” unutulur mu? Sipahioğlu onlara da selamını yolluyor ve İzmir Üniversitelerinin 12 Eylül öncesi ve sonrası koşulları ile şekillenen kısa tarihini de anlatıyor bize. Sonra odaklanma sırası hocamızın yaşadığı Karataş semtine geliyor. Karataş'ın zaman içinde değişen yapısını öğreniyoruz.

 


Gerçek bir sanat eserinin görevi

 

 

Şölen (Sempozyum) bölüm başlığı Platon'u selam yollayarak bir özel üniversite, vakıf üniversiteleri sayfasını açıyor. Bülent Hoca artan kredi kartı borçlarını ödemek için kendisine ders vermesini teklif eden vakıf üniversitesinin teklifini kabul eder ve tanıtım toplantısına katılır. Tanıtımı yapan “tiril tiril, mevsimlik ve pahalı görünen bir takım elbise” giymiş olan genç, atletik dekan kusursuz bir İngilizce ile bölümünü tanıtır. Manzara daha çok bir özel şirket toplantısını andırmaktadır. Sahnedeki de dekandan ziyade bir Pazarlamacı gibidir.

 

 

Hocamızın alkollü maceralarına (evde sızdığı gece ve ayıldığı sabahın anlatıldığı bölüm de romanın zirvelerinden), asistanları toplayarak adeta zorla götürdüğü fantastik tır parkı maceralarına ve karısının gözünden nasıl göründüğü konularına girmeye yerimiz müsait değil. Romanımıza adını veren bir zamanlar Bafa gölünde yaşadığı rivayet olunan Pamuk Ördek ise ayrı bir alem!

 

 

Tepelitaklak gerçek bir sanat eserinin yapması gereken görevi yerine getiriyor. Okurken ve okuduktan sonra sizi bırakmıyor ve düşünmeye kışkırtıyor. Kendisinin ne olduğunu tanımlamaya çağırıyor sizi. Farklı katmanları, romana ustaca yerleştirilmiş, sırıtmayan sosyolojik ve psikolojik dokunuşları ile bir dönemin mekânları, insanları ve kurumlarına bir bakış yöneltiyor. Dilerseniz eğlenerek, keyifle okuyabilirsiniz, dilerseniz derin düşüncelere gark olabilirsiniz. İkisi de mümkün, tercih sizin. Edebiyatımızın güçlü ironi damarlarından beslenen, romanımızı ileri taşıyan sıkı bir roman.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.