Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kafatasımdaki işkenceci


Zayıf
Toplam oy: 1796
İşkencecinin Yamağı özellikle öykü okumaktan hoşlananlar için çok doğru bir seçim. Gizemli, çekici ve tekinsiz…

Akıl ve dürtü aynı kaynaktan doğar fakat bu kardeş oldukları manasına gelmez. Hatta akraba bile sayılmazlar çoğu kere. Akıl ve dürtü ancak birbirlerinden pek hazzetmeyen fakat gidecek başka yerleri de olmayan ev arkadaşları olabilirler ve beraber yaşamak zorunda oldukları evleri de tam olarak bizim kafatasımızdır.

 

O. Henry Öykü Ödülü sahibi John Biguenet’in kaleminden çıkan ve İşkencecinin Yamağı adı altında toplanmış öyküler tam da akıl ve dürtünün kesiştiği yerde, zihnimizin karanlık oturma odasında geçiyor. Kahramanlarımızın kimi yıllar yılı sinsi bir ur gibi büyümüş arzuları ile ahlaki değerleri arasında sıkışmışken, kimisi kişiliğinin altından dişlerini gösteren karanlık doğası ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu öykülerde kahramanların ahlaklı, erdemli, ışıltılı olmaları gerekmiyor. Bu öykülerde kahramanlar daha ziyade özlerindeki dürtüleri ahlaklı ve erdemli olmak adına bastırmaya çalışan, dürtülerinin yarattığı suçluluk duygusuyla yanan, tekinsiz kimseler. Karakterlerin hemen hepsi kafataslarının içinde kendi işkencecileriyle yaşıyor ve bastırma çabaları ve suçluluk duygularıyla kafataslarındaki işkencecinin birer yamağı vaziyetindeler. Bu durum bana aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin adı olan İşkencecinin Yamağı’nın bir üst başlık olarak seçilmesinin tesadüf olmadığını düşündürüyor.

 

Kitap kimi uzun, kimi kısa on dört öyküden oluşuyor. Kısa öykülerden olan “Gül” yazarına O. Henry Öykü Ödülü’nü kazandırmış. Saplantılı bir özlemden yola çıkan bu öykü bir yönüyle de çok anlaşılır ve naif olmayı başarıyor. Saplantılı durumlar yalnızca bu öyküye has değil üstelik; isimsiz kahramanımız ne yapacağını bilemediği bir köle ile boğuşup dururken genç avukat Lagarde aşkı ve estetiği bir çamaşır leğeninde yıkanan minyatür bir kadında bulabiliyor. Gregory aşkı için omurgasını feda ederken Mr. Anderson mezarlıktaki o akşamüstünü bir türlü aklından silip atamıyor. Fakat eninde sonunda bütün karakterler ahlaki birtakım krizler yaşıyor ve kendi ikilemleriyle boğuşuyorlar.

 

Müşterek unsurlar

 

Öyküler yer yer başka müşterek unsurlar da içeriyor. Öncelikle bütün baş karakterler erkek ve erkeksi bir dil ve üslup hikayelerin geneline hakim. Bu durum ayrıca bütün olayların daha ziyade erkeğin perspektifinden anlatılması sonucunu da doğuruyor. Kendi adıma bu durumun beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Ancak kadın perspektifinden öyküler de yer alsa seçkiyi zenginleştirir miydi, yoksa mevcut akışı bozar mıydı, doğrusu emin olamıyorum. Bu erkeklerin bir kısmının ortak noktası ise baba olmaları; "Gül", "Kızımla Öğle Yemeği", "Baba Olmak" ve "Açık Perde" çocuk sahibi olmanın (ya da olamamanın) türlü hallerini babaların gözünden önümüze sürüyor.

 

Öyküleri toplayabileceğimiz bir diğer üst başlıksa din. "Ham Ruh", "Ben Yahudi Değilim" ve "İşkenceninin Yamağı" okuru inanç ile ahlak arasında kimi yüzyıllardır süren tartışmalara sürüklüyor. Bir inanca sahip olmak, bir inanca mensup olmak, bir inanca hizmet etmek ya da bir inançtan faydalanmak… Bunların tümü de kahramanlarımız için geçerli. Basit bir adam vücudunda baş gösteren yaralarla sahip olmadığı bir inancın bir tür peygamberine dönüşürken, kimileri bir inancın mensubu olmadığı için sevinçle karışık bir utanç duyabiliyor ya da bir işkenceci Tanrı’nın önde gelen bir hizmetkarı kabul edilebiliyor. (Hele ki mevzubahis birtakım zındıklara işkence etmekse!) Bu üç öykünün bir diğer noktası ise inançlara savunucu değil, sorgulayıcı bir noktadan yaklaşması.

 

Öykülerin bir kısmıysa baş karakterleri bakımından benzeşiyor; "Benim Köle", "Sanat Eseri", "Gregory’nin Kaderi" ve "Hadi Yap" öykülerinin baş karakterleri arzuları, duyguları, dürtüleri ile ahlaki değerleri, mantıkları, sosyal konumları arasında sıkışmış genç adamlar. Bu genç adamların çoğu sefer arzuyu ahlaka ve duyguyu mantığa değişirken sosyal konumları konusunda bu kadar esnek olamıyorlar. Fakat asıl şaşırtıcı olan arzuları ve duyguları doğrultusunda hareket etmelerinin bir biçimde sosyal konumlarında iyileşmeye sebep oluşu.

 

Kitapta yer alan son öykü olan "Bir Daha Görünmezler" baş karakterinin de bir öykücü oluşu sebebiyle en çok dikkatimi çeken öykü oldu. Bu öykü genel yapısı ve yarattığı duygu itibariyle kitaptaki diğer öykülerden farklılaşıyor ve nedense yazarın kendi yaşamından bir anıyı biz okurlara sunduğu hissini doğuruyor. Bir öykü anlatıcısının kendisine öykü anlatmayı öğreten adama, babasına duyduğu derin özlem her satıra sinmiş durumda. Diğer on üç öykünün ardından duygu yoğunluğu yüksek bu öykü aynı zamanda bir kreşendo etkisi yaratıyor ve okura güçlü bir final hissi yaşatıyor.

 

Geneli itibariyle her biri birer mikro-roman sayılabilecek on dört güzel öyküden oluşan İşkencecinin Yamağı özellikle öykü okumaktan hoşlananlar için çok doğru bir seçim. Gizemli, çekici ve tekinsiz…

 

 


 

 

* Görsel: Burak Dak

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.