Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kalbe giden yol


Vasat
Toplam oy: 789
Kolektif
Ruhun Gıdası Kitaplar
Yenilir Bu Hayat kitabı, 12 çağdaş yazarın imzasını taşıyor ve yolu yemekten geçen hikayelere yer veriyor. Üstelik her hikaye, kendi menüsüyle okura sunulmuş.

Altı çizilen anlar, üstü karalanan anılar hep o durumun içindeki detaylarla özdeşir; kokular, renkler, hareketler, sesler… Hafızamızda yer eden tüm hikayeler kendi ayrıntılarını taşır. Yemek de o ayrıntıların belki de en önemlilerinden biri. Üstelik yalnızca hikayeye değil, hikayede geçen önemli/önemsiz karakterlere de bir anlam, hafızaya kazınacak bir özellik ekler. Yemekler, tıpkı insanlar gibi kendi kokusuyla, rengiyle, tadıyla, sıfatıyla, geçmişiyle, karakteristik özellikleriyle hayatımızda yer eder. Burada bahsedilen temel ihtiyaç olan öğünler değil elbette; anne poğaçası, baba mangalı, dostlar sofrası gibi şahsına münhasır imzalar taşıyan, şahsıyla anılan yemekler.



Yenilir Bu Hayat kitabı, 12 çağdaş yazarın imzasını taşıyor ve yolu yemekten geçen hikayelere yer veriyor. Üstelik her hikaye, kendi menüsüyle okura sunulmuş. Farklı üsluptaki yazarların hikayeleriyle birlikte her sayfada farklı bir tada, farklı bir duruma geçiş yaparak kendi hayatımızda yer eden yemeklerin kişi ve durumlarla ilgisini anımsıyoruz. Böylelikle kitap, yemek yemenin aslında hem temel yaşam kaynağımız hem de hafızamızdaki o mühim detayların yer etmesini sağlayan önemli bir etken olduğunu da bir kez daha hatırlatıyor.

Aileyle başlayan yemek kültürü, temelleri çocuklukta atıldığı için ailenin damak zevkine göre şekil alırken, vakti gelince ya da hayat uygun görünce aileden uzaklaşıp farklı deneyimler edinmemizle yeme alışkanlıklarımızı da değiştirip dönüşüyor. Fakat Neyran Günüçer’in “Dereotlu Poğaça” öyküsündeki, “Annem çok güzel yemek yapardı biliyor musun? O öğretti bana her şeyi. Yemeklere umudunu katarsan güzel olur derdi,” sözleriyle de vurgulandığı gibi, bazı edinimler vaktinde öyle bir kökleniyor ki, sonrasında o edinimler geçmişi olmadan tanımlanamaz hale geliyor. Kişiler yemeklerle anılırken, anısı olan her yemek de yapılırken veya yenilirken o kişiyi anımsatıyor.



“Mutfakta heyecan iki hafta öncesinden başlardı. Pırasalar yıkanır, küçük küpler halinde tencerede haşlanır, soğuduktan sonra evin en tontiş, en güçlü teyzesi tarafından iyice sıkılırdı. El değirmeninden geçirmek öbür teyzenin göreviydi. Sonradan pırasalar sırası ile kıyma, kimyon, taze bahar, karabiber, yumurta sarısı ile yoğrularak köfte halini alırdı.” Aşktan nefrete, dayanışmadan intihara kadar geniş bir duygu yelpazesi barındıran hikayeleriyle Yenilir Bu Hayat, genişçe bir sofraya bir sürü yabancı ama bir o kadar da insanla oturulmuş hissi yaratıyor. O genişçe sofradan, herkesin hikayesi dinlenerek kalkılıyor...



“Her sene fazladan bir tabak ilave edilirmiş Tanrı misafiri için. Masanın başında oturan dedem elindeki hamursuzu göstererek ‘Atalarımızın Mısır ülkesinde yediği yoksul ekmeğidir. İhtiyacı olan herkes yiyebilir’ derdi, adettendi. Agada (Mısır’dan çıkış hikayesi) evin erkekleri tarafından okunurken bütün ritüeller sıra ile yapılırdı. Annem evin en küçük kızı olduğu için ona iki buçuk parça hamursuzu bir beze sarıp, omuzunda taşıması için verirlerdi.” Giriş yazısında da değinildiği gibi, “Hayatın tek bir tarifi yok,” görüşüyle bir araya gelen hikayeler yer alıyor Yenilir Bu Hayat’ta. Din, dil, ırk, cinsiyet, kültür fark etmeksizin, bazen bir sağlık ihtiyacı, bazen zevk, bazen ilgi alanı, bazense anı yaşatmak fakat her halükarda temel ihtiyaç olan yeme eyleminde hepimizin bir olduğu ele alınıyor. Bu nedenle yazarların değindikleri yemekler, genelde aşina olunan, hali hazırda kültürler içinde yer etmiş yemeklerden oluşuyor. Yani kimse portakallı ördek peşinde değil, “içimizden” derler ya hani, öyle. Çünkü hayat da öyle; kurgulu bir tariften ziyade, bir nesilden diğer nesile aktarılacak anları önümüze seriyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Nora Yeksek

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.