Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kapak kızının sonu


Gayet iyi
Toplam oy: 1919
Ayfer Tunç
Can Yayınları

Ayfer Tunç’un ilk romanıydı “Kapak Kızı”. 1992 yılında yayımlanan roman Sedat Simavi Ödülü’ne değer bulunmuştu. Ancak gerek dağıtım gerek tanıtım eksiklikleri nedeniyle roman okuyucularla buluşamamış, daha doğrusu kitapçı raflarına bile çıkamamıştı. Tesadüfen okumuştum bu ilk “Kapak Kızı”nı.

2005 yılında “Kapak Kızı” yeniden yayımlandı. Ne var ki ilk basımı ile yenisi arasında önemli farklar vardı. Genç yaşta yazılmış bir ilk romanın aksaklıklar barındırdığı düşüncesiyle “Kapak Kızı”na ciddi bir müdahalenin gerektiğine karar veren Ayfer Tunç, kendi metninin editörlüğünü yapmış,  kurguyu ve anlatım tarzını korurken gereksiz bölümleri kısaltmış ve romanı “olgunlaştırmıştı”. 

 “Kapak Kızı”, adı üzerinde, bir erkek dergisinin kapağına çıplak poz vermiş genç bir kız üzerine kurgulanmıştı. Şebnem isimli kız hikayede yer almıyor, dergiye bakan roman kişilerinin duygu ve düşünceleri dolayımıyla bir siliüet olarak rol alıyordu.

Son romanı “Yeşil Peri Gecesi” ile bir kez daha karşımıza çıkıyor kapak kızı Şebnem. Şimdi, bir yazarın 18 yıl önce yarattığı bir karakteri yeniden ele almasının nedenini merak edenler çıkabilir. Yazarlarla roman kahramanları arasındaki o tuhaf yaratma/doğurma/bağlanma ilişkisini göz ardı etmemekle birlikte kapak kızınının son otuz yılın toplumsal tablosunu ortaya koymak için çok vaatkar bir karakter olmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Ahlaki çöküşü, iki yüzlülüğü, insanın maddi değerlere esir düşmesini teşhir edecek böyle bir tablonun merkezine yüzü ve bedeniyle gerçekten çok yakışıyor Şebnem.

Aslında bildik bir hikaye. Hatta popüler edebiyatın, sinema ve TV dizilerinin çok sevdiği, sık tekrarladığı bir konu. Parçalanmış bir ailede geçen mutsuz bir çocukluk, hayatta kalabilmek için elindeki yegane sermayesini –güzelliğini- kullanan genç bir kız, terkedilmişlikle sonlanan ilk aşk, zengin bir adamla yapılan evlilik, aldatmalar, kıskançlıklar, para ve güç tutkusu, intikam, ve nihayetinde ilk aşka yeniden kavuşma…

Kuşbakışı özeti tanıdık gelmiştir. Çok satan romanlarda, en sevilen dizilerde, hatta magazin eklerinde ballandıra ballandıra anlatılan da bu tarz hayatlar değil mi? Peki fark nerede? Farkı anlamak, popüler kültür ürünüyle edebiyatı ayıran nedir sorusunun yanıtını almak için bile okuyabilirsiniz “Yeşil Peri Gecesi”ni. 2000’li yılların popüler kültürünü popüler edebiyata özgü bir hikayeyle eleştiriyor Ayfer Tunç. Erkeklerin peşinde koştuğu seks objesi bir kadın, zenginlik, kadın erkek ilişkileri, kıskançlık, iktidar hırsları ve sona doğru tırmanan aksiyon… Bütün bu öğeleri popular kültürü deşifre etmek için kullanıyor. Önce diliyle parçalıyor popular kültürün yavanlığını; ardından o kültürü genel bir çürümenin merkezine oturtuyor. Arzulananların arzulayanı biçimlendirdiği, bozduğu, değersizleştirdiği, giderek çöküşe sürüklediği hikayesiyle “Yeşil Peri Gecesi” erkekler dünyasının cehenneminden kurtulmaya çalışan bir kadının çığlığına dönüşüyor. Belki de etrafını saran çürümeyi solumaktan boğulan herkesin çığlığına!...

Bir Genç Kız Yetişiyor

“Kapak Kızı”nda bir erkek dergisine çıplak poz vermeye iten nedenleri birinci ağızdan dinlemesek bile Şebnem’in yakınlarının anlattıkları sayesinde biraz fikir sahibi olmuştuk. 1940’lara kadar uzanıyordu Şebnem’in hikayesi. Mühendis Cavit beyle hemşire Hülya hanımın bir Anadolu kasabasında başlayan aşk ve evliliklerine, her iki tarafın ailelerinin bir faciayla sonlanan bu evlilikle ilgili düşüncelerine, Hülya’nın sonu gelmeyecek bir lanetin nesnesi olmasına, onu lanetleyenlerin lanetlenmiş gibi geçen kendi hayatlarına, Şebnem’i çıplak poz vermeye sürükleyen mutsuz ve sahipsiz çocukluğuna temas ederken de Ayfer Tunç, ahlaki değerleri didikliyordu. “Yeşil Peri Gecesi”nde Şebnem’le tanışıyor, -ikili bir kurguyla- bir yandan çocukluğundan bu yana başından geçenleri diğer yandan içinde yaşadığı zamanı onun ağzından dinliyoruz. Keskin ve acımasız gözlemlerini zehirli bir dille aktarıyor Şebnem.

Aslında bu zehirli dil, ödünç aldığı bir dil. Erkekler dünyasında yetişmiş, erkeklerin şehvetinin nesnesi olmuş kapak kızı Şebnem’in dili erkek dili. Maçist; sert, müstehcen ve saldırgan bu dil Şebnem’in ağzından erkekler dünyasına yöneliyor. Aslında her şeye, herkese demeliydim. Kendisi, annesi, babası, kocası, akrabaları, çevresinde gördüğü hemen her türden insanın nasibini aldığı eleştiriler, kuşkusuz içinde bulunduğumuz toplumsal hayatı hedefliyor

“Bizde itiraf yoktur.
Bizde itiraf eden huzur bulmaz.
Bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir.
Biz itiraf edersek unutamayız.
Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.
Biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. (Allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)
Bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp durmayın. Eski defterleri açmanın ne faydası var canım?
Biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçer.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Ceza değildir.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Nisyan’dır.
Süleyman Amcanın elinde en uyumlu milli ikilimiz vardı. Rakı şişesiyle kehribar kavun.”

“Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”nde kısa bir anlatı zamanında  bütün bir 20.yüzyılı, 20.yüzyıl boyunca Osmanlı tebası ya da Cumhuriyet Türkiyesi vatandaşı olmuş insanları kucaklayan, kucakladığı her roman kişisine sınıfsal aidiyetine, cinsel kimliğine ve etnik kökenine bakmaksızın hakkını vermeye özen gösteren çok sayıda hikayecik üretmişti Ayfer Tunç. “Yeşil Peri Gecesi”nde tarihi dönemi kısaltmış. 80’lerden 2000’li yıllara uzanan bir zaman dilimini ele almış. Yani Şebnem’in yetiştiği zamanlar. 12 Eylül darbesi ile yürürlüğe konan liberal ekonominin, tüketim kültürünün, zenginlik tutkusunun, köşe dönmeciliğin, eşitsizliğin yarattığı adaletsizliğin hüküm sürdüğü zamanlar. Böyle bir zamanda yetişen bir genç kızın çaresizce mutluluk arayışı…

Toplumsal yanını bir kenara koyduğunuzda, insani duygulara, aşka, sevgiye dair hüzünlü bir tını çınlayacak kulağınızda. İç sessini dinlediğimiz Şebnem, etrafı kendisini arzulayan erkeklerle çevrili olmasına rağmen, sevgisiz geçen bir çocukluğun anılarından kurtulamamış, travmalarla dolu bir belleğin hapishanesinen çıkamayan, çaresizce sevgiyi, aşkı arayan mutsuz bir kadın;

“Ben zaten bu yaşa gelene kadar çok fazla adama âşık olmuştum. Hayata hep kendimi birilerine âşık olduğuma inandırmaya çalışarak tahammül etmiştim. Ama hep birilerine âşık olmaya çalışarak sefil olmuştum. (Aslında âşık olduğum herkes tekti, Ali’ydi.) 
Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Âşık “gibi” bir şey olurdum, (bir şey işte.. âşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim “gibi” değildi, gerçekti.
Sevilmek istemiştim. Ömrüm sevilmek isteyerek geçmişti. Sevilmek için güzelliğimden başka verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ama güzelliğimi herkes istemiyordu. İsteyenler de çabuk bıkıyorlardı.
Sevginin kesintisiz bir şey olduğuna inanmıyordum.
Sevgi doğuyordu. Sonra bir gün ölüyordu.
Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu.”

Kişilerin kaderlerinin toplumsal, tarihsel süreçlerle belirlenmişliğini indirgemeci bir tarzda yansıtmıyor Tunç. Kaderin ağlarını ilmek ilmek örüşünü hayranlık uyandıran bir dille aktarmış metnine. Başta Şebnem olmak üzere bütün roman kişilerinin kırılmaları, bozulmaları, ortak değerlerini yitirmeleri ve mutsuzlukları bir yanıyla bireysel kaderlerinden diğer yanıyla böyle bir zamanda yaşamanın getirdiği zorunluluktan. “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”nde de üstesinden geldiği gibi, roman kişilerinin arzu ve taleplerindeki değişimlerle Türkiye’nin geçirdiği kültürel, ekonomik ve siyasal değişimlerin bir aradalığını bu romanında da yakalamış Tunç. Roman kişileri mutlu bir toplumun mutsuz insanları değil; onlar toplumdaki genel mutsuzluktan paylarını alıyor ve o mutsuzluğa katkıda bulunuyorlar.

Romanın kriminalleşen son bölümlerinde eleştirilecek yanlar bulmak mümkün. Ancak alıştığımız dili ve üslubuyla aksaklıkları üzerini örtüyor Ayfer Tunç. Hikaye zamanla uçup gidecek zaten; aslolan geride edebiyat tadı bırakmasında…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.