Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kedinin dediği olur



Toplam oy: 583
Cuniçiro Tanizaki // Çev. Sinan Ceylan
Jaguar Kitap
“Yoğun tutkuların, tuhaf arzuların ve ince bir melankolinin ustası” olarak nitelenen Tanizaki için Murakami, “muhteşem bir yazar,” diyor.

Modern Japon edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Tanizaki’yi Naomi’yle tanımıştım. Belli yönleriyle Nabokov’un Lolita’sına benzetilen (ki ondan çok önce kaleme alınmış) kitap, beni Tanizaki’nin kendine özel edebiyat diliyle ilk kez tanıştırmış ve daha fazlasını okumak üzere iştahımı kabartmıştı. Jaguar Kitap, çok yakın bir zaman önce Tanizaki’den yeni bir hikaye kitabı yayımlayınca merakla ve hevesle okumaya başladım. Yazarın ilk dönem eserlerinden biri olan ve onun daha sonra yazacağı metinlerin habercisi niteliğindeki Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın gücünü incelikli tespitleri, sakin ve sade dilinin yanı sıra karanlık mizahından alan bir novella.


Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın sırtını bir aşk üçgenine yaslıyor. Hatta kediyi de katarsak, günün sonunda bir aşk dörtgenine dönüşen hikaye, Şozo adında bir adamın eski karısı ile yeni karısı arasındaki çatışma bölgesinde verdiği varoluş mücadelesini anlatıyor. Ekseriyetle annesi ve sırasıyla hayatına giren kadınların güdümünde bir hayat süren Şozo’nun, hayatta değer verdiği tek şey kedisi Lili’dir; ki onun karşısında da pek bir otoritesi söz konusu değildir. Lili, Şozo’nun yumuşak karnıdır, eski karısıyla olan evliliğindeki pürüzlerden biri de zaten budur; adam kedisine karısından çok daha fazla ilgi ve alaka gösterir. Öyle ki onu neredeyse karısından üstün görür. Şozo ile Lili arasındaki “şey,” bir insan-kedi ilişkisinden ziyade, neredeyse bir aşk ilişkisidir. Bir kediyle aynı evde yaşayan okurun derinden anlayacağı ve karşılıklı olduğu tartışılır bu çetrefil ilişki, iki kadını karşı karşıya getiren müsabakanın müsebbibi olduğu kadar, bu rekabetin devamında olacaklara da yön verir. Şozo’dan habersiz gelişen olaylar kedi merkezinde dallanıp budaklandıkça, kediye beslediği tarifsiz tutkunun neticesinde onu da içine çeker. İki kadının savaşı (birinin erkeği geri kazanmak, diğerinin de onu elden kaçırmamak üzere verdikleri savaş) gayet insana özgü küçük hesaplarla ilerlerken, günün sonunda kazanan –tabii ki bir kediye yakışacak şekilde– Lili olur.
 

Şeytani kadın zekası


Tanizaki’nin hikayesi hakkında söylenebilecek çok fazla iyi şey var. Lakin kitabı bitirdiğimde aklımda kalan en güçlü izlenimlerden biri, Şozo’nun Lili’ye duyduğu tarifsiz tutku oldu. Tanizaki’nin kusursuz betimlemeleriyle bir arzu nesnesine dönüşen kedi ve ona duyulan sevgi (ve fiziksel beğeni) her şeyin önüne geçiyor; öyle ki, zavallı insan ırkının bilindik gerilimleri bu şahane varlığın ve onun etki alanının neredeyse gölgesinde kalıyor. Kediler, bütün hayvanlar içinde belki de sınırlarımızı en çok ihlal eden ve bunu yaparken bizi rahatsız etmek bir yana, kendini daha da sevdiren, vazgeçilmez kılan tek tür. İnsan olarak bu cazibesi sonsuz hayvana karşı duygularımız, Tanizaki’nin kaleminde hak ettiği yeri buluyor. Metin boyunca Lili’yi ve Lili’ye yönelik izlenimleri tarifleyen bölümler, Naomi’nin Naomi’si, Lolita’nın Dolores Haze’i, Genç Werther’in Acıları’nın Lotte’si için yazılmış satırlarla yarışacak nitelikte. Tanizaki’nin Lili’si basit bir kedi sevgisinden çok daha fazlasına sahip; sayfaları çevirdikçe okur zihnimizde bir sevgiliye dönüşüyor: “Kedi, ona bakarak miyavladı. ‘Bir hayvan nasıl böyle sevgiyle bakabilir?’ diye düşündü Şozo. Odanın loş ışığında gördüğü gözler, artık o eski yaramaz kedi yavrusuna değil, hüzünlü ve şehvetli bir kadına aitti sanki. Hiç doğum yapan bir kadın görmemişti Şozo. ‘Genç ve güzel bir kadının da böyle acı ve sitemle bakarak kocasını yanına çağıracağına eminim,’ diye geçirdi aklından. (…) Soğuk havalarda yastıkla yorganın arasındaki boşluktan içeri sızar, aşağılara kadar sokularak rahatça uyuyabileceği yeri aranır, adamın göğsüne yaslanır onun kasıklarına kadar iner veya sırtına yaslanırdı. Bir yerde karar kılar, az sonra da sanki rahatı kaçmış gibi pozisyonunu değiştirirdi. En sevdiği pozisyon ise Şozo’nun koluna kafasını yaslayıp göğsüne sokularak yüzüne karşı uyumaktı muhtemelen. Ama en küçük bir kıpırtıda bile rahatı kaçar, daha rahat bir yer bulmak için yerini değiştirirdi.

 

Böylece Lili ne zaman yatağa girse, Şozo nazikçe tek kolunu yastık niyetine uzatıp mümkün mertebe az hareket ederek uyur hale gelmişti. Boşta kalan koluyla kedilerin sevilmekten en çok hoşlandıkları yer olan boyun bölgesini okşar, Lili de buna memnuniyetle mırıldanarak yanıt verir, heyecanını belli etmek için parmağını ısırır, elini yavaşça tırmalar veya salyasını bırakırdı.”


Buradan hareketle romanın bir başka dikkat çekici yanı da Tanizaki’nin –Naomi’nin de güçlü yanlarından biri olan– dişil kurnazlığı anlatmaktaki başarısı. Hikayede Şozo’nun bazen eski karısı, bazen yeni karısı, bazen annesi, bazen de kedisi Lili aracılığıyla gidişatı değiştiren şeytani kadın zekası, daha nasıl bunca rafine ve keskin anlatılır bilmiyorum. İşin tatlı tarafı da türler arası (tür derken kastım insan ve kedi) geçişlerde erkeğin bu dişil enerji karşısındaki mağduriyet duygusunu değiştirmeden koruması. Şozo hayatındaki –kedisi Lili dahil– dört kadının merkezinde benzer bir yenilgiyle baş ederken, yazar, kadın doğasına dair okuması çok keyifli tespitlerde bulunuyor.

 

Sıradan karakterlerin basit yaşamının sınırları içinde cereyan eden güçlü duyguları anlatmak konusunda tam bir başyapıt olan ve Sinan Ceylan'ın Japonca aslından çevirisiyle Türkçede de layık olduğu karşılığı bulan Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın’ı şiddetle tavsiye ederim. “Yoğun tutkuların, tuhaf arzuların ve ince bir melankolinin ustası” olarak nitelenen Tanizaki için Murakami, “muhteşem bir yazar,” diyor. Tanizaki’nin dilimizde Murakami’nin gördüğü alakayı görmesi dileğiyle o zaman…

 

 


 

 

Görsel: Seda Mit

 

 


 

 

 

Tanizaki'nin Naomi kitabıyla ilgili yazı için tıklayınız.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.