Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kıssadan hisse dehşetler!


Vasat
Toplam oy: 1986
Stephen King
İnkılâp Kitabevi

Merakımızı çeken ancak daha önce hiç okumadığımız bir yazarın, bir roman bir de öykü kitabı konulsa önümüze, çoğumuzun eli önce romana gidecektir. Çok konuşulmuş, tartışılmıştır öykünün daha zor okunur bir tür olduğu. Roman, hikâye dinleme ihtiyacımızı karşılamakta daha mükellef, gündelik hayatın boğuntusundan daha uzun süreli ve manzarası bol bir firar seçeneği sanki...  Mevzu bir de edebiyatın kurgu ayağının öne çıktığı gerilim, polisiye, fantazya gibi türler olunca, okura öykü okutmak daha da zor olabilir.  Ancak bazı yazarlar bu sorunu aşmakta pek zorlanmıyor.

Gerilim, korku türünün belki de en çok bilinen ve okunan ismi Stephen King bunlardan biri. Ülkemizdeki okurları yeni romanı Under The Dome’un çevirilmesini bekleye dursun, son bir yıl içinde Türkçede iki öykü kitabı yayımlandı King’in. “2007 En İyi Kısa Amerikan Öyküleri Antolojisi”nin konuk editörlüğünü yapması yazarın öykü tutkusunu ateşledi mi bilinmez ama ortaya Karanlık Çökünce başlığı altında yeni hikâyelerin çıkması hem korku edebiyatı meraklılarını hem de King’in okurlarını memnun etti.

Ardından bu yılın başında Rüyalar ve Karabasanlar II geldi. Kendi dilinde on yedi yıl önce ve tek cilt halinde yayımlanmış olan kitap bizde ilk, sadece sekiz hikâyesiyle 1995’te basılmıştı. Başındaki “Efsane, İnanç, İman ve İster İnan İster İnanma!” adlı önsöz niteliğindeki yazıdan bir cümleyi hâlâ hatırlarım. Lafı dolaştırmadan söylemekte usta olan King’in altı çizilebilecek aforizmalarından biridir: “Sivri kazıklar vampirler için neyse, gerçek de çoğunlukla hayal gücü için odur.”

Toplamı yirmi dört öyküden oluşan kitabın ikinci sekiz öyküsünü bu yıl bastı İnkılâp yayınları. Üçüncü cilt ne zaman gelir, belirsiz... İçindekiler sayfasını şu başlıklar dolduruyor: “Bütün Kargaşanın Sonu”, “İnsan Alışıyor”, “Takırdayan Dişler”, “Lastik Pabuçlar”, “Muhteşem Bir Müzik Grupları Var, Bilirsiniz”, “Evde Doğum”, “Yağmur Mevsimi”, “Pardon Doğru Numara”. 

Hayaletler, zombiler, olağanüstü fenomenler, geleceğin geçmişi değiştirmek için bükülme çabası, sahiplerinin ruhlarını yutan evler, iyi ruhlu ama acımasız oyuncaklar... King’de aşina olduğumuz hemen her dehşet figürü öykülerde mevcut... İnsanlığın temel hastalığı şiddete ve açgözlülüğe son vermek için doğamızdan neleri feda edebiliriz?... İlk öykü Bütün Kargaşanın Sonu böyle bir soruyla geliyor önümüze. Kapitalizme alerjisi olanları huylandırabilecek bir son bekliyor okuru. İnsan Alışıyor, durmadan büyüyen bir evi -bu kötü ev olgusu King’in sık başvurduğu bir takıntı-  ve çaresizce onun büyümesini kuşaktan kuşağa izleyen sahiplerini anlatıyor. Her biri öldüğünde eve bir kanat daha ekleniyor. Olay örgüsü en ağır ilerleyen hikâyesi bu kitabın... Kişiler, olaylar, tarihler üst üste biniyor bir yerden sonra. Bir roman için alınmış notlar gibi biraz... Takırdayan Dişler, gerilimin tek bir saniye bile düşmediği bir solo... Karakteri çocukluğuyla ilişkilendirerek, saflığını gündelik hayattaki rasgele şiddetin önüne bırakmayı seviyor King. Böyle bir beladan nasıl kurtulabilecek sorusunun cevabı ise çocukta ve oyuncaklarında saklı...

İki hayalet öyküsü var kitabın; Lastik Pabuçlar ve Muhteşem Bir Müzik Grupları Var, Bilirsiniz... Biri acımasız diğeri iyimser bir sonla bitiyor. Lastik Pabuçlar, yorgunluk ya da uykusuzluktan yahut son günlerde izlediğiniz bir korku filminin fazla etkisinde kalmış olmanızdan dolayı değil, şuurunuz gayet açıkken görebileceğiniz bir çift hayalet ayak üstünden ilerliyor. Üstelik ayakların sahibi ölü adam size kendini bütünüyle göstermeden önce duruma alışmanız için nazikçe tuvalet kabininde beklemeyi de sürdürüyor. Ancak sonunda merakınıza yenilip kabini açıp onunla göz göze geldiğinizde, nezaketin devam edip etmeyeceğinin garantisi yok elbette. King’in bu tuhaf duruma getirdiği çözüm, ne yazık ki serim bölümünden iyi değil... Diğer öykü Muhteşem Bir Müzik Grupları Var, Bilirsiniz’de ise bir kasaba dolusu tekinsizlikle karşı karşıyayız. Arabalarıyla geziye çıkmış bir çift, önce kocanın inadı sayesinde kayboluyor sonra tam bir alacakaranlık öyküsünün içine düşüyor. Karı-koca arasındaki diyaloglar ve kayboluşun geriliminden sonra varılan kusursuz kasabanın görüntüsü, sıkı bir korku çığlığından önce alınan derin bir nefes gibi! 

Evde Doğum, beyaz perdede görmeye aşina olduğumuz zombileri bir de King’in kaleminden beyaz kâğıt üstünde görmemizi sağlıyor. Maddie Pace kocası Jack’in ölümünden sonra hamile ve evde tek başına günler geçirirken anakarada başlayan bir salgınla tüm dünya dehşete bulanır. Herkesin, yani Maddie Pace’in de içinde bulunduğu ada sakinlerinin ortak merakı salgının yaşadıkları adaya da sıçrayıp sıçramayacağıdır. Çok beklemezler ve Maddie’nin yalnızlığı pek makbul olmayan bir biçimde giderilmiş olur; kocası Jack geri dönmüştür! Ada ahalisi tarafından katliama tabi tutulan zombileri okurken en azından ben, ne zaman biri de kalkıp bu zavallıların hikâyesini anlatacak diye düşünmeden edemedim. Hem onların dilinden ölümü konuşturmak da ne şık olurdu!

Yağmur Mevsimi, bir tekinsiz kasaba öyküsü daha... Duyup da inanmadığımız, batıl inanç, uydurma, sabuklama diye kendiliğinden yaftalı, daha çok köy, kasaba efsanesi bir olay genç bir çiftin başına musallat ediliyor. Olaya dair sadece gökten yağmur halinde, üstelik sizi ısırmaya da azimli milyarlarca ne yağabilir, diyeyim. Öyle ki çiftin sığındığı evde, ne kapı kalıyor ne pencere!  Bir kıyıcı son daha... Üstelik dikkatinizi çektiyse öykünün karakterleri yine bir karı-koca...
Son öykü Pardon Doğru Numara, bir telefonla açılıyor ve yine öyle kapanıyor. Kimin aradığı ya da tam olarak ne söylemeye çalıştığı meçhul. Sanki hasta ve yardım isteyen bir aile yakını var karşıda... Bir isim de geliyor akla tam teşhis koyamamakla birlikte. Hemen geri aranıyor sanılan kişi ama cevap yok! Arabaya atlayıp yola çıkıyor ana karakterlerimiz. Bu noktadan sonra Tevrat’tan bu yana çok sık kullanılmış bir hikâye kalıbına el atıyor King. Bir yenilik getirdiği de söylenemez. Ancak kalıpların kalıp olmasını sağlayan çoğun işe yaramalarıdır ve bu öyküde de yarıyor. Sona kadar ne çıkacak bu telaşın altından sorusunu kovalıyor ve telefonun eski tanımla bir kehanet yenisiyle de gelecekten uyarı olduğunu öğreniyoruz.

King, “Kısa hikâye güç ve meydan okuyucu bir edebi formdur,” diyordu Rüyalar ve Karabasanlar’ın ilk cildindeki önsöz yazısında. Güç, çünkü okuru şaşırtmak, beklenmedik olmak zorunda öykü. Kitaptaki sekiz hikâyenin de bu güçlüğün üstesinden gelebildiğini söylemek zor, ancak onlara ayırdığınız zaman içinde etrafınızdaki gürültünün sesini kısabileceklerini söyleyebiliriz. Ehh, bazen bu da yeterlidir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.