Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Küba özgürleşirken



Toplam oy: 774
Rachel Kushner // Çev. Suat Ertüzün
Can Yayınları
Küba'dan Teleks, hiç kuşkusuz bir dönem romanı. Kushner, sakin ve ağdalı olmayan bir dil kullanarak 1950'lerin sonundaki Küba'nın ve oradan kovulan ABD'lilerin ruh halini anlatmış.

Fidel Castro öncülüğünde gerçekleşen Küba Devrimi'nin dünya siyasi tarihinde her zaman özel bir yeri oldu. Kimi mitleştirmelere rağmen, 1958-1959'da yaşananlar bugün bile dilden dile dolaşmaya devam ediyor. Küba'nın, kimilerinin “kutsal mekanına” dönüşmesi ise tam o yıllara dayanıyor.

 

Halkın özgürleştiği, bununla beraber başta ABD'liler olmak üzere o güne dek orada yaşayan işgalcilerden önemli bir grubun ise özgürlüğünü yitirdiği bir olaydı devrim. Rachel Kushner, ikinci topluluğa; 1958-1959'a dek Küba'da her istediğini yapan ABD'lilere odaklanıyor. 

 

"Çocuktum ve benim dünyam buydu"

 

Küba'dan Teleks, Kushner'ın 2008'de yayımlanan ilk romanı. Ama Türkiyeli okurlar, onu Alev Püskürtenler'le tanımıştı. Kushner ayaklanma, isyan, devrim ve siyaset gibi temalara meraklı ve bunları metinlerinde işlemeyi seviyor. Küba'dan Teleks de böyle bir roman. 

 

Kitap, günlük havasında kaleme alınmış ve anlatıcı, o günlerde Castro ve arkadaşlarına “asi” diyen Amerikalı grubun içinde, hatta tam ortasında yer alan bir ailenin üyesi. Dağlar, “asilerin” memleketiyken ABD'liler Küba şehirlerini, özellikle de Havana'yı mesken tutuyor. ABD'lilerin kapılarında yerli korumaların beklediği evlerinin bulunduğu nezih mahallelerin dışında, devrimin başladığı şekerkamışı tarlaları yer alıyor. Devrim, buraların ateşe verilmesiyle alevleniyor. “Çocuktum ve benim dünyam buydu” dediği Küba'dan ayrılmayı göze almayan anlatıcı, bir anlamda adanın sakinleriyle orayı sahiplenenler arasındaki gerilimi anlatmaya koyuluyor. 

 

Kushner'ın annesinin doğup büyüdüğü ve çocukluğunun geçtiği Orient Mahallesi, 1958'de devrime tanık olan başlıca bölgelerden. Dolayısıyla yazar, hem annesinin anlattıklarından aklında kalanları hem o dönemin siyasi ortamını hem de kurguladıklarını birleştirmiş. 

 

Yüksek güvenlik duvarının ardına sığınan ABD'liler, bir çeşit gettoda yaşarken Havana dağları ve şekerkamışı tarlalarında hareketlenmeler var. Küba'nın dört bir yanındaki yabancı şirketler, o şirketlerin çalışanları ve ABD'li askerler kendilerine özgü bir yaşam sürerken aynı zamanda tedirginlikleri de artıyor. Hatta Küba kültürünü bastıran Amerikan barları ve Kabare Tokyo, dönemin yaşam tarzını yansıtan mekanlar. Zaten roman, devrimle beraber buralarda yaşananlarla ilerliyor. Küçük bir dipnot: Yazar, metni sindire sindire oluşturmuş; bunu, ayrıntılı tasvirlerden ve derin çözümlemelerden rahatlıkla çıkarabiliyorsunuz. 

 

ABD'liler için 1950'lerin sonundaki Küba'nın tekinsiz bir ortam olduğu ve romanda bunun hayli çarpıcı ve sakin biçimde hissettirildiğini görüyoruz. Hepsi her an “Başımızda bir şey gelir mi?” sorusuyla yatıp kalkıyor. Bunun en somut örneği, kaçırılan ABD'li gençler. O andan itibaren pazarlıklar ve gerilim dolu dakikalar başlıyor. Dahası, ABD'nin, kendi toprakları dışında yürüttüğü kirli oyunların Küba örneği ortalığa saçılıyor. Geçmişinden kaçanlarla zamanıyla yüzleşenler, gelecek için endişelenenlerle birlikte ileriki günlere dair umut besleyenler Küba'da buluşuyor. 

 

Yeni Küba

 

 

Bir devrimin olmazsa olmazlarından kışkırtıcılar ve devrim için çalışanlara Küba'dan Teleks'te de rastlıyoruz. Castro'yu devirmeye uğraşan ABD yanlılarıyla onun gözü kulağı olanlar arasında kıyasıya bir kovalamaca var. Bir tür istihbarat harbi. Anlayacağınız haberciler Castro'ya koşarken teleksler de durmadan ABD'ye bilgi gönderiyor. 

 

Kushner'ın romanı, kafamızda birkaç soru da uyandırıyor: Mesela, “asi” denen devrimcilerin, Küba'yı özgürleştirme harekatının ABD'liler tarafından engellenmek istenmesi ne kadar haklıydı? ABD, Castro ve arkadaşlarına karşı giriştiği mücadelede, pek çok yerde rastladığımız kirli politikaları hayata geçirerek ne elde etmek istiyordu? Kushner, bu sorulara didaktik yanıtlar vermiyor elbette ama kurguladığı ve o yılların gerçekleriyle güçlendirdiği romanındaki kişiler, anlattığı ortam ve satır aralarına serpiştirdiği ayrıntılarla hep bir güç mücadelesine ve özgürlük kaygısına atıf yapıyor. Romanda, Castro'nun söyledikleri ise bunun kanıtı: “Devrimimiz şimdiye kadar kaç kez ihanete uğradı. 1898'de Amerikalılar bir yalı fahişesiymiş gibi Küba'ya kendilerini davet ettirdi. Frengi yuvası bir çöplük gibi gördükleri ve ancak aşağılamaya değer buldukları Küba'ya. 1952'de Batista kendi halkına ihanet etti. İyi niyetli olduğunu iddia edenler, her seferinde hırsız ve süprüntü çıktı. Bu ülke dört yüz yıldır ilk kez özgür olacak. Tarihinde ilk kez devrimine sadık kalacak. Ya anavatan ya ölüm: Bizim seçeneğimiz bu!” 

 

Yeni denen şey bu işte; daha doğrusu “yeni” diye adlandırılabilecek olan. Kushner'ın romanı bunu vurguluyor biraz da; bir ABD'li olayı şöyle yorumluyor: “Asiler devlet olmuştu, hem de bir gecede. Bir adamın her nasılsa metresiyle evlendiğini sabah uyandığında öğrenmesi gibi bir geçişti bu. Belirsizliği yok eden böyle bir geçiş romantizmin, berrak arzunun cazibesini şüphesiz öldürürdü. Kurulunca cazibesini yitiren yeni bir hükümet, yeni bir iktidar yapılanması gibi.” 

 

Küba'dan Teleks, hiç kuşkusuz bir dönem romanı. Öbür taraftan Kushner'ın kendisinden; kendi fikirlerinden, gözlemlerinden ve anılarından bir şeyler kattığı bir kitap. Hepsi harmanlanınca ortaya hem eğlenceli hem de destansı bir metin çıkmış. Dönemin hareketliliğine karşın Kushner, sakin ve ağdalı olmayan bir dil kullanarak 1950'lerin sonundaki Küba'nın ve oradan kovulan ABD'lilerin ruh halini anlatmış.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.