Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Küçük insanların savaşı



Toplam oy: 1159
Hans Fallada
Everest Yayınları
Bir kişi mi savaşır, on bin kişi mi, bu hiç önemli değildir! Eğer tek bir insan savaşması gerektiğini kavramışsa savaşmalıdır!

Hans Fallada’nın son romanı Herkes Tek Başına Ölür, Ahmet Arpad çevirisiyle Everest Yayınları’nca Türkçeye kazandırıldı. İlk olarak 1947’de yayımlanan Herkes Tek Başına Ölür, gerçek bir olay üzerinden yola çıkarak Nazi Almanya’sındaki faşizme karşı çıkmaya çalışan Quangel çiftinin samimi ve tehlikeli hikâyesini anlatıyor.

 

 

Kitabın oluşum süreci, en az konusu kadar ilginç. Fallada, kitabı ölüm döşeğinde, yalnızca 24 günde tamamlıyor ve kitap ölümünden birkaç hafta sonra yayımlanabiliyor. Fallada Almanya’daki saygınlığını korumaya devam ederken ülke dışındaki şanı sönüyor. Yaklaşık 60 yıl sonra, Amerikalı butik bir yayınevi olan Melville House yazarın haklarını alıyor ve Herkes Tek Başına Ölür ilk defa İngilizceye çevrilmiş oluyor.

 

 

Melville House’un baskısı, Hollywood’un sleeper olarak tabir ettiği şekilde, beklenmedik bir ilgi görüyor. Kısa süre sonra İngiltere’deki Penguin kitabı Alone in Berlin adıyla piyasaya sürüyor. Amerika, İngiltere, Fransa, İsrail ve elbette Almanya’da yüz binler satıyor. Bu ilginin ardından Fallada’nın Alman yayıncısı yeni bir çalışma için kolları sıvıyor ve daha önce hiç yayımlanmamış bölümler bulunuyor. Everest’in baskısı da işte bu tamamlanmış edisyon.

 

 

Herkes Tek Başına Ölür, konusu itibariyle yazarın en önemli eserlerinden biri. Otto ve Anne Quangel çifti, 1940’ların Berlin’inde sıradan sayılabilecek bir yaşam sürmektedir. Otto fabrikadaki işine gidip gelirken, Anna da Nazi Partisi’nin kadın kolundaki çalışmalarına devam eder. Bir gün, cephedeki oğullarının ölüm haberini almalarıyla beyinlerinde bir kıvılcım çakar; Nazi rejiminin iç yüzünü fark eder, yalnızca iki kişi de olsalar, tepki göstermeleri gerektiğine karar verirler. Böylece Hitler karşıtı kartpostallar yazarak Berlin’deki farklı farklı binaların merdivenlerine bırakmaya başlarlar. Amaçları, bu kartları bulacak diğer insanları, hükümetin zalim politikalarına karşı uyarmaktır. Ne yazık ki kartları bulanların çoğu, onları okumaya bile korkar, ya çöpe atar ya da Gestapo memurlarına teslim ederler.

 

 

Bu şekilde sistemin çarkının teklemeden işlediğini büyük bir incelikle ortaya koyan kitap, üzerine birçok edebiyat ve sanat eserinin verildiği II. Dünya Savaşı’na oldukça özgün bir noktadan yaklaşıyor. Dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden birini, fiili olarak değilse de Almanya’da sürdürdükleri hayatları itibariyle bu karanlıktan kısmen sorumlu olduklarını hisseden ve duydukları suçluluk duygusunun altında ezilenlerin bakış açısından anlatıyor. Herkesin elinden ufak da olsa bir şey gelebileceğini, herkesin bir şekilde doğrunun yanında durması, özgürlüğü ve insan haklarını koruması gerektiğini savunuyor Herkes Tek Başına Ölür.

 

 

Kitabın oldukça büyük bir yan karakter kadrosu var. Zira Quangel’lerin Nazilere başkaldırma “harekâtı”yla nice Berlinliyi kapsayan ve oldukça yavaş ilerleyen bir kedi-fare oyunu başlamış oluyor. Oğullarının eski nişanlısından komşularına, onları yakalamaya çalışan Gestapo memuruna, hatta postacılarına kadar herkesin bu kovalamacada bir rolü olduğu gibi, genel olarak hayat hikâyelerine de uzunca yer veriliyor. Böylece büyük kahramanların değil, küçük vatandaşların savaş sırasında hayatta kalmak için verdikleri mücadele ortaya konulmuş oluyor. Bir kısım, Quangel’ler gibi içinde bulundukları dünyayı değiştirmeye çalışırken, diğerleri kendilerini herkesten ve her şeyden soyutlamaya çalışıyor, yine başkaları ise gammazlıklarla sisteme yaranmaya uğraşıyor. Bu da faşist bir rejimde durumun hiç de sanıldığı gibi siyah beyaz olmadığına, olamayacağına işaret ediyor.

 

 

Dahası, tüm bu karakterlerin yolları kitabın bir bölümünde mutlaka kesişiyor. Okurda Berlin’in oldukça ufak bir şehir olduğu izlenimi uyandıran bu hadise, yazarın, merdivenlere bırakılan kartlar gibi ufak tesadüflerin insanların hayatlarını nasıl değiştirebildiğini göstermesini sağlıyor. Ne yazık ki kitaptaki karakterleri etkileyen, yaşamlarına yön veren olaylar Quangel’lerin kartları gibi rejim karşıtı değil, tam tersine, Gestapo memurlarının emirlerinden kaynaklanan rejim yanlısı gelişmeler. 

 

 

Yazar en az romanı kadar fırtınalı bir hayat sürmüş. Asıl adı Rudolf W. F. Ditzen, fakat ilk romanından başlayarak Hans Fallada takma adını kullanıyor. 1909'da bir at kazası geçiriyor, ertesi yıl tifo oluyor. Böylece tanıştığı ağrı kesicilerle hayatı boyunca sürecek olan uyuşturucu sorunu başlamış oluyor. Genç yaştan itibaren birçok kez intihara teşebbüs ediyor.  Bir seferinde, yakın arkadaşı Hans Dietrich’le düello süsü vererek birbirlerini öldürmek için sözleşiyorlar. Fallada Dietrich’i öldürürken Dietrich onu ıskalıyor. Bunun üzerine Fallada Dietrich’in silahını alıp kendini göğsünden vuruyor, fakat mucizevi bir şekilde hayatta kalıyor. 

 

 

Fallada deli olduğu gerekçesiyle hapis yerine akıl hastanesine gönderiliyor. Edebiyata burada ilgi duymaya başlıyor. 1932'de çıkan Kleiner Mann - Was Nun? Amerikalı Yahudi yapımcılar tarafından filme çekilince birkaç yıl sonra Nazi Partisi’nin tehlikeli yazarlar listesine alınıyor. 1944’te eski eşine bir el ateş edince Fallada bu kez Nazilerin akıl hastanesine kapatılıyor; burada şifreli bir şekilde otobiyografik sayılabilecek romanı Der Trinker'i yazıyor. Nazi Partisi dağılmaya başlayınca serbest bırakılıyor. Birkaç yıl sonra da Herkes Tek Başına Ölür’ü tamamlayarak hayata veda ediyor.

 

 

Herkes Tek Başına Ölür, Avrupa’nın sürekli üstüne düştüğü, Türkiye’de ise yeterince ilgi görmeyen bir döneme ait paha biçilmez bir kaynak olma özelliğine de sahip. Bu bağlamda, sadece o döneme merak duyanların değil, tüm despotizm karşıtlarının baş tacı edeceği bir klasik.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.