Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kuzeyli mi, değil mi?



Toplam oy: 643
David Mark // Çev. Özlem Yüksel
Yapı Kredi Yayınları
Bir polisiyeyi Kuzeyli olup olmadığına bakarak sınıflandırmak doğru değil hiç kuşkusuz ama bazı romanlar ister istemez bu gelgiti yaşamamıza neden oluyorlar.

Son yıllarda polisiyede ufak da olsa bir kıpırdanma yaşanıyorsa, bunun önemli bir kısmında Kuzeyli polisiyelerin rolü büyük. Özellikle Stieg Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız ve Arı Kovanına Çomak Sokan Kız’dan oluşan “Millennium” serisiyle açılan yolu, tam da o dönemde yayımlanan Kuzey kökenli birçok televizyon dizisi de iyice genişletti. Forbrydelsen, Den Som Draeber ve Bron/Broen gibi yapımlar öylesine ilgi gördü ki, hemen Amerikan versiyonları da görünmeye başladı televizyonlarda; sırasıyla The Killing, Those Who Kill ve The Bridge isimleriyle. Ama bunun da ötesinde –özellikle okurlar açısından– Jo Nesbo, Arnaldur Indridason, Camilla Läckberg, Henning Mankell gibi isimlerin romanları/serileri daha çok yer bulur oldu kitapçıların raflarında. Dolayısıyla, güneşin yüzünü pek göstermediği gökyüzü altında, onun ışığından ve ısısından mahrum karakterlerin hikayelerini okumaya pek alıştık bu süreçte; hatta, nispeten kendi içine kapalı İskandinav toplumunu daha yakından tanır olduk; ne de olsa söz konusu Kuzeyli polisiyeler, İskandinav ülkelerindeki toplumsal sorunları da deşiyordu, uzaktan hep hoş gelen o manzaraların arka planına davet ediyordu. 

 

 

Kuzeyli polisiyelere yönelik bu yoğun merakın ve okumaların bir diğer etkisi de, yeni yayımlanan diğer polisiyeleri de bu çerçeveden bakarak değerlendirmeye başlamamız oldu. Bir polisiyeyi Kuzeyli olup olmadığına bakarak sınıflandırmak doğru değil hiç kuşkusuz ama bazı romanlar ister istemez bu gelgiti yaşamamıza neden oluyorlar.

 

“Havada kar kokusu vardı. Kar tadı. O madeni tat, genizdeki o duyu. Soğuk ve mentol tadı. Belki de bakırımsı. McAvoy derin bir nefes aldı. Ciğerlerini havayla doldurdu. Tuzla ve sahilin serpintisiyle, petrol rafinerilerinin dumanıyla, çikolata fabrikasının yanık kakao kokusuyla, bu sabah limanda yük gemisinden indirilen hayvan yeminin keskinliğiyle, sigara, düşkün insanların ve sıfırı tüketmiş şehrin kızartma kokularıyla işli, soğuk, karışık Yorkshire havasıyla. Burası. Hull. Ev. McAvoy eğri büğrü bulut şeritleriyle bezenmiş gökyüzüne baktı. Mezar kadar soğuktu. Güneşi aradı gözleri.” Bu cümleler, Türkçede yeni tanıştığımız İngiliz yazar David Mark’ın ilk romanı Kış Karanlığı’ndan... David Mark’ın başkarakteri –Ağır ve Organize Suçlar Biriminden– Komiser Aector McAvoy ile karşılaştığımız bu ilk satırlar, Kış Karanlığı’nın atmosferine dair de ilk ipuçlarını veriyor. Gerçekten de Kuzeyli bir havaya sahip olayların geçtiği Hull şehri ama hikayenin atmosferi için de aynı şeyi söyleyebiliyor muyuz?

 

Yıllar önce herkesin hayatını kaybettiği bir gemi kazasından sağ kurtulan tek kişinin, yine bir gemide “şüpheli” bir şekilde hayatını kaybetmesi; yine yıllar önce Sierra Leone’deki bir katliamdan sağ kurtulan küçük bir kızın, yıllar sonra İngiltere’de katliama benzer bir şekilde öldürülmesiyle başlayan olayların tam merkezinde buluyor kahramanımız Aector McAvoy kendini. Geçmişte yaşadıkları nedeniyle teşkilatta seveninden çok sevmeyeni bulunduğu için o zamana kadar kenarda köşede kalmayı tercih etse de, Sierra Leoneli küçük kızın katiliyle –şans eseri– bizzat “tanışmasıyla” sahaya inmiş oluyor. Ardı arkası kesilmeyen saldırıların ve ölümlerin bağlantıları belirginleştikçe, işin içine daha da dahil oluyor Aector McAvoy... Kitabın genelinde toplumsal arka planda pek odaklanmamış David Mark, konusu da –görüldüğü gibi– daha çok Amerikan polisiyelerini hatırlatıyor ama karakter çizimleri başarılı. Bir hayli iri yapılı ama bir o kadar da kırılgan bir karakter olarak karşımıza çıkan Aector McAvoy’un geçmişini daha çok merak ediyoruz örneğin; karısı Roisin’le birliktelikleri de ilgi çekici.  Bir de ekibin başındaki Trish Pharaoh ile olan “gerilimli” ilişkisi... Diğer bir deyişle, derinleştirmeye müsait karakterler olarak belirmiş durumdalar Kış Karanlığı’nda; nitekim David Mark, devam ediyor...

 

Orijinali 2012’de yayımlanan Kış Karanlığı, David Mark’ın, merkezinde Komiser Aector McAvoy’un yer aldığı polisiyelerinin ilki. 2012’den bu yana her yıl yeni bir roman eklemiş bu seriye David Mark; 2013’te Original Skin, 2014’te Sorrow Bound ve 2015’te Taking Pity. Yazarın Twitter paylaşımlarına bakılırsa, bu yıl içinde Dead Pretty isimli yeni bir Aector McAvoy macerası da yoldaymış. Üstelik bir televizyon dizisi meselesi de var. Henüz çekilip çekilmeyeceği belirsiz ama “büyük” bir televizyon kanalının, Aector McAvoy hikayelerini bir diziye dönüştürmek üzere girişimlerde bulunduğunu haber vermiş yazar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.