Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Mahfiller, Muhitler, Mekânlar: Edebiyat ve Kahve



Toplam oy: 161
Son beş yüzyıl boyunca -dünyanın hemen her yerinde- merkezinde edebiyatın olduğu birçok mekânın (cafe/coffeehouse/kahvehane) varlığından söz etmek mümkündür. Bu mekânlar, bazen bir ekol oluşturacak kadar etkili ve sürekli toplantıların olduğu bir dernek hüviyetinde, bazen de aylaklar takımını barındıran bir üniversite havasında olabiliyorlardı. Bazen benzer görüşten yazarların safları sıklaştırdığı, bazen bir grup edebiyatçının birbirini görmek saikiyle uğrak yeri haline getirdiği, bazen de bir yazarın tek başına çalışma odası gibi kullandığı yerlerdi kahvehaneler. Kimi ayakta, kimi yıkılmış, kimi artık işlevini yitirmiş, kimi hâlâ canlı, kimi geçmişini hatırlamayan, kimi hatıralarıyla yaşayan… İşte o kahvehaneler. Her biri tarihte büyük iz bırakmış dünya edebiyatının ölümsüz kahvehaneleri. Kahvenin her zaman bahane olduğu o mucize yerler.

Kahvenin anavatanı Habeşistan’dır. Efsaneye göre Khaldi adında Habeşli bir çobanın keçileri tatmıştır ilk olarak bu kara-kırmızı meyvelerden. Keçilerin kemirdiği çalı bir arabica ağacıdır aslında. Çoban Khaldi, bu kemirme merasiminden sonra sürüsünün her zamankinden daha canlı ve hareketli olduğunu fark edince, hafif acı aromalı bu kara meyvelerden toplayarak, akşam evinde sıcak suyla karıştırarak içmeyi deneyecektir. Hikâyemiz de böylelikle başlar. Habeşistan’da doğan kahve Yemen’e gelince sınıf atlar ve Arap tüccarlar eliyle yalnızca 100 yıl içinde Payitaht’a kadar ulaşır. Bu sıcak, lezzetli, içimi kolay, bedeni dinçleştiren, uykuyu kılıç gibi keserek geceleri aydınlatan keyif verici içeceğin bir mekâna kavuşması da çok uzun sürmez. Halepli Hâkim ve Şamlı Şems adlı iki girişimci tarafından dünyanın ilk kahvehanelerinden (1511 Mekke, 1521 Kahire) biri, 1554 yılında dönemin finans merkezi Tahtakale’ye açılır. Bu kahvehaneyle birlikte, mekân-kahve ve kamusal alan tanımları da yeni bir boyut kazanacaktır artık.

 

 

Kahvehaneler, okur-yazar taifesi başta olmak üzere halkın büyük bir kısmının teveccüh gösterdiği yerler oldular her zaman. Halkın sosyalleşme alanlarını temsil eden ve yalnızca kahve içilen değil, aynı zamanda son havadislerin paylaşıldığı, şiirlerin okunduğu, sorunların konuşulduğu, hikâyelerin anlatıldığı ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı yerler olarak da bilinen bu mekânların, sıklıkla mektep ve ocak kavramlarıyla birlikte anılmaları dönemsel işlevleriyle ilgilidir.
Batılı Coffeehouse’ların (kahvehane) ilki, İstanbul’u takiben yüz yıl sonra 1650'de, Jacobs adlı Lübnanlı bir Yahudi tarafından Londra’da (Oxford Üniversitesi) açılacaktı. Aynı tarihlerde Venedikli tüccarlar tarafından Avrupa’ya getirilen kahve, satışa sunulmak üzere İtalyan sokaklarında dolaşıyordu. Venedik'in ilk kafe-kahve evi 1683’te açıldığında, satılan içeceğin ismiyle yeni bir mekân formuydu artık bu; Caffe. Ve devam eden yılarda tüm dünyada aynı isimle yerini alacaktı zaten; kahve, coffee, café, kaffee, qahwa, kofe. 1689’da Paris’in ilk kahve evi Cafe de Procope gündemdeydi. Ardından Viyana, 1700’lerin başında Almanya ve eş zamanlı olarak Avrupa’nın tamamına yayıldı kahve ve kahvehaneler. Kısa bir süre içinde, önce Brezilya ve sonra tüm Latin dünyasına ulaşacaktı bu mekânlar. Kahve, bir içecek olarak kendi mekân formunu oluşturmuş, gittiği her coğrafyada sohbet kavramıyla özdeş, kalabalıklarla arası iyi, etrafında toplanılmasına gönüllü ve kamusal alanın öznesi olmaya meyyaldir.
Gönül muhabbet ister, devrim bahane!
Yalnızca varlıklarıyla bile Fransız Devrimi ya da Yeniçeri isyanlarının fitilinin ateşlenmesine vesile oldukları söylenen kahvehanelere, dini ve siyasi otoriteler tarafından meşru, sakıncalı, faydalı, isyankâr gibi dönem dönem değişen çeşitli konjonktürel damgalar vurulmuştur. Bu mekânların toplumsal hareketlere rüzgâr sağlayacak güç ve etki alanına sahip olmalarıyla, bahse konu bu damgaların bir ilgisi var elbette. Şeyhülislamlarla papazların, sultanlarla kralların aynı anda büyük alakalarına(!) mazhar olup haklarında birçok fetvaferman çıkartılan, kahvenin bu olağan mekânlarının, toplanma merkezi işlevi gören hususiyetleri konumuzun esasını oluşturuyor. Toplumsal hayatın merkezine dâhil oldukları ilk andan itibaren, sanatçı ve edebiyatçıların uğrak yerleri olan kahvehanelerin, bu bağlamda günlük sohbet, kamusal kimlik ve merkezi hayat gibi üç ana başlık altında değerlendirilmeleri mümkündür. Bu tip alanlar, edebiyatçıların mahfil, muhit, mekân arayışları ile çalışma odası ihtiyaçları arasında bir yerde konumlanırlar aslında. Ve o konumlarında misafirleriyle birlikte bir ömür yaşarlar.
Son beş yüzyıl boyunca -dünyanın hemen her yerinde- merkezinde edebiyatın olduğu birçok mekânın (cafe/coffeehouse/ kahvehane) varlığından söz etmek mümkündür. Bu mekânlar, bazen bir ekol oluşturacak kadar etkili ve sürekli toplantıların olduğu bir dernek hüviyetinde, bazen de aylaklar takımını barındıran bir üniversite havasında olabiliyorlardı. Bazen benzer görüşten yazarların safları sıklaştırdığı, bazen bir grup edebiyatçının birbirini görmek saikiyle uğrak yeri haline getirdiği, bazen de bir yazarın tek başına çalışma odası gibi kullandığı yerlerdi kahvehaneler.
Kimi ayakta, kimi yıkılmış, kimi artık işlevini yitirmiş, kimi hâlâ canlı, kimi geçmişini hatırlamayan, kimi hatıralarıyla yaşayan… İşte o kahvehaneler. Her biri tarihte büyük iz bırakmış dünya edebiyatının ölümsüz kahvehaneleri. Kahvenin her zaman bahane olduğu o mucize yerler. Stefan Zweig’ın kahvehanelerle ilgili söylediğidir; “Burası, herkesin küçük bir ücretle oturabileceği, iskambil oynayabileceği, pastasını alabileceği, sınırsız gazete ve dergi okuyabileceği, tartışabileceği, yazabileceği, ucuz ve küçük bir kahveyle saatlerce oturabileceği, herkese açık ve demokratik bir kulüptür.”
Buenos Aires ve Borges’le son tango
Güney Amerika’nın Paris’i Buenos Aires, öyleyse Cafe Tortoni. İyi kahve ve şehir kültürü. Arjantin’in en eski kafesi. Mayo Caddesi No:825. 160 yıldır aynı adreste ve 160 yıldır kapısı herkese açık. 1858’de Fransız göçmen Jean Touan açmış bu kafeyi. İlk günden beri köklü bir değişiklik yapılmadan bugüne ulaşmış. Koca bir şehrin hafızası burası. Şık bir iç tasarım, tahta masa ve sandalyeler. Federico Garcia Lorca ve Jorge Louis Borges’in kahve içtiği bir mekân, yeni bir şiire, yeni bir öyküye açılan kapılar. Duvarlarında buraya uğrayan yazarların fotoğrafları, imzaları, tabloları, el yazıları var. Şimdilerde tango gösterilerine ve şiir matinelerine ev sahipliği yapıyor. Canlı ve atak. Masalardan birinde kör kütüphaneci Borges, tango şarkıcısı Carlos Gardel ve şair Alfonsina Storni’yi sohbet ederken görebilirsiniz. Arjantinli heykeltıraş Gustavo Fernandez’in bu balmumu heykelleri oldukça dikkat çekici. Belki de yeryüzünde hakkında tango bestelenmiş tek kahvehane burasıdır. Borges’in her daim oturduğu masada zaman çoktan durmuş. Tango, kahve, şiir ve biraz daha Arjantin.
Kahire’nin şark kahveleri
Sigara, şekersiz kahve ve lacivert takım elbise. Hep aynı köşede. Uzun uzun dalarak sokakta olanlara. Düşünceli çoğu zaman. Ve neşeli. Herkesle sohbet ederek, şekersiz kahvesini yudumlayarak, günlük gazetelerini okuyarak ve eline kalem dahi almadan onlarca roman yazarak ‘’yaşar’’ bu bereketli insan evreninde. Kim? Necip Mahfuz mesela. Konuşmadan anlatan yüzlerden, hayal gücünü kışkırtan hikâyelerden ve kırılmış bakışlardan beslenerek, romanlarına sığmayacak kadar zenginleşecektir burada. Evinden çıkıp kahvehaneye yürümenin diğer adıdır hayat. Mahfuz’un ‘’kahvehaneler bize, Doğu’ya özgü yerlerdir, dostlarımızı orada tanırız” cümlesi mühim ve güzel. Mahfuz, Ali Baba Kahvehanesi’nin müdavimiydi. Her sabah evinden çıkıp yürüyerek kahvehaneye gidiyor, orada gazetelerini okuyup eş dostla sohbet ediyordu. Sigara, şekersiz kahve ve lacivert takım elbise. Hep aynı köşede.
Kahire ve kahvehane deyince, Han el-Halili (Khan Al Khalili) Çarşısı’ndaki El-Fişavi (Qahwat al-Fişhawi) kahvehanesini unutmak olmaz. Kurucusu Fişavi’nin adıyla bilinen 300 yıllık kadim bir kahvehane. Mehmet Akif Ersoy da gelmiş bu mekâna, Necib Mahfuz da. Ayrıca Kral Faruk’tan Morgan Freeman’a uzanan geniş bir ziyaretçi listesi var.
Bir şark kahvesi burası. Üç ahşap kapı. Aynalar ve bakır lambalar. Necip Mahfuz her zamanki köşesinde oturmuş romanını yazıyor. Akif kahvesini yudumlarken sessiz ve aklında mutlaka memleket. Yorgun tavan pervaneleri, nargile dumanı, iki bakır lamba, ud sesi, mis gibi kahve kokusu ve taze yapraklı nane çayı. Necib Mahfuz ziyaretçi defterine şunları yazmış; “Tanrı yarattı. Sahiplerine uzun ömür, şöhret ve mutluluk ihsan eylesin. Sadık bendeniz Nacib Mahfuz - Aralık 1989.”

Lizbon’un huzursuzluğu
İsmiyle dikkat çeken Arap etkisindeki Alfama (Al-Hamma / Hamam) bölgesinde ya da Chiado’daki A Brasila Cafe’nin ön masalarında dalgın dalgın oturan bir Pessoa’ya rastlamak mümkün. Aquilino Ribeiro ve Alfredo Pimenta’nın yanı sıra kafenin en ünlü müdavimi Portekizli şair Fernando Pessoa imiş bir zamanlar. Lizbon’un en eski ve en ünlü mekânlarından biri olan A Brasila, Adrian Telles tarafından 19. yüzyılda Brezilya kahvesi ithal edip, satmak için açılmış ve zamanla entelektüeller, sanatçılar, yazarlar ve düşünürler için buluşma noktası haline gelmiştir. Şair General Henrique Rosa (Fernando Pessoa’nın üvey amcası) tarafından bir araya getirilen edebi simaların çoğu bu kafenin merkez üssü olduğu meşhur Orpheu dergisinin kurulmasında görev almışlar. A Brasila Cafe’ye uğrarsanız eğer Pessoa bronz bir heykel olarak aynı masada en huzursuz haliyle dalgın dalgın oturuyor hâlâ.
Meksika, devrim, kahve ve Bolaño
Café la Habana, başkent Mexico City’in edebiyat mabedi. Bucareli ve Morelos caddelerinin köşesinde bir kafe. Fidel Castro ve Che Guevara Küba Devrimi’ni planlamak üzere burada buluşmuşlar. Kahve ve sigara eşliğinde devrim. Duvarlarını, Mexico City ve Havana’nın siyah beyaz fotoğrafları süslüyor. 1952’deki açılışından bu yana Gabriel García Márquez, Roberto Bolaño ve Octavio Paz gibi yazarların daimî mekânı olmuş. Eğer dikkatli okursanız Bolaño’nun başyapıtı Vahşi Hafiyeler’de Café la Habana’ya rastlayabilirsiniz.
Paris kahveleri ve Yahya Kemal
St. Germain meydanının ilk göz ağrısı 1885’ten beri varlığını sürdüren Les Deux Magots. 1933 yılından beri her yıl genç bir yazara edebiyat ödülü vermekle meşhurlar. Evet, edebiyat ödülü veren bir kafe. Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Pablo Picasso, Bertolt Brecht, Rimbaud, Ernest Hemingway, James Joyce, André Gide ve Jean Giraudoux gibi isimlerin sıklıkla ziyaret ettiği bir kafeden bahsediyoruz. Sartre ve Simone de Beauvoir’un yan yana iki küçük masada oturup, yazılarını yazdığı bir mekân.
Ve kış gelir. Paris değişir. Sarte ve Simone de Beavoir, Les Deux Magots’daki masalarından kışlamak için Café de Flore’a doğru taşınıp, çıtır çıtır yanan sobanın yanında çalışmaya devam ederler. Apollianaire Paris Geceleri şiirini bu kahvede yazar. Boris Vian, Hemingway, Aragon, Rimbaud, Camus, Picasso ve Troçki gibi birçok isim bu masaların müdavimidir. Cafe de Flore, ezeli rakibi Les Deux Magots gibi her yıl genç bir yazara ilk eser ödülü veriyor. Ama mekânın sahibi Boubal bir zamanlar en kötü müşteri ödülünü Sartre’a vermiştir bile; “Sartre benim en kötü müşterim. Önündeki kâğıtları karalayarak saatler geçiriyor, üstelik sabahtan akşama kadar ısmarladığı tek içecekle yetiniyor.” Düşman kardeşler; Café de Flore ve Les Deux Magots.
Bu iki kahve dışında, Ernest Hemingway, Gertrude Stein, Scott Fitzgerald ve T.S. Eliot gibi isimlerin müdavimi olduğu La Rotonde ve birçok ünlü yazarla birlikte Yahya Kemal’in de uğrak yeri olan La Closerie des Lilas, Paris kahvelerinin kare asını tamamlarlar. La Closerie des Lilas’da Yahya Kemal’in sürekli oturduğu masanın kenarında şairin adını taşıyan küçük bir plakete rastlayabilirsiniz.

Viyana’nın bitmeyen şarkısı
Viyana’da ilk kahvehane 1685 yılında Osmanlı vatandaşı olan Ermeni tüccar Johannes Diodato tarafından açılmış ve büyük ilgi görerek yaygınlaşan bu girişim, Viyana’yı zamanla bir kahvehaneler diyarı haline getirmiştir. Şark kahvehaneleri ile Viyana’nın kaffeehaus’ları sosyolojileri itibariyle birbirlerine çok benzer mekânlardır. Hayat bu merkezlerin içinde(n) akar. 19. yüzyıl sonlarından itibaren -müdavimi olan yazarları sayesinde- Viyana kahvehanelerinde gelişen, icra edilen, paylaşılan büyük bir edebiyat toplamından bahsetmek mümkün olacaktır. Lev Troçki yönetiminde yayınlanan radikal Pravda gazetesi ilk olarak Viyana’da çıkmaya başlamıştır mesela, Karl Kraus’ın edebiyat dergisi Die Fackel de Viyana kahvehanelerinde meşhur olmuştur. Bugün hâlâ o eski ihtişamını koruyan kahvelerin başında 1876 yılında açılan Central Cafe geliyor. Dönemin önemli şairi Peter Altenberg’in adeta evi gibi olan bu kahvehanenin, diğer önemli müdavimleri arasında Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Gustav Klimt, Hugo von Hofmansthal ve Hermann Bahr gibi isimler vardı. Viyana'nın bugün hâlâ yaşayan kaffeehaus’ları arasında, Cafe Hawelka başta olmak üzere, Café Museum, Café Mozart ve Cafe Demel’i sayabiliriz. Bir zamanlar şair Peter Altenberg‘i arayanlara şu cevap veriliyormuş; “Ya Cafe Central’dedir, ya da oraya doğru yoldadır.”

Petersburg’da ölmeden önce bir kahve daha?
Dostoyevski’nin 1846’nın baharında Mikhail Petrashevsky ile buluştuğu o mekân. Yağmurlu bir Petersburg akşamında, roman kahramanlarının eşlik ettiği bir yürüyüşün sonunda varılır Nevsky’e bakan Literaturnoe Kafe’ye. Rusça’daki anlamı şu; Edebi Kafe. 19. yüzyıl hiç bitmemiş gibi sanki burda. Aleksander Puşkin. Mikhail Lermontov, Taras Shevchenko ve Nikolay Çernişevski gibi birçok yazar uzun yıllar boyunca bu mekânda buluşmuşlar. Melankolik bir atmosfer, otantik bir hava, mum, piyano ve güzel havalarda veranda. Petersburg’un kalbinde açmış bir çiçek. Puşkin’in hayatını kaybettiği düelloya gitmeden önce son kez oturup kahve içtiği yer. Ölmeden önce bir kahve daha?
Dünyada bir kahvehane ya da mekânın poetikası
20. yüzyılın başlarında Jozsef Kiss, Mihály Babits ve şair Geza Gyóni gibi birçok ismi ağırlayan, Budapeşte’deki edebiyatçıların buluşma noktası Central Kavehaz, Alman dışavurumcuların mesken tuttuğu Berlin’deki Cafe des Westerns, Nobel ödüllü şair Wislawa Szymborska ve Czeslaw Milosz da başta olmak üzere Polonyalı entelektüellerin tercihi Krakow’daki Nowa Prowincja, Kavafis’in barbarlarını beklediği şehirdeki dostlarıyla yaptığı akşam sohbetlerine eşlik eden İskenderiye’deki Adonis, fütürist şairlerin buluşma mekanı Floransa’daki Giubbe Rosse, Goethe, Dickens, Mark Twain burada Lord Byron, Gogol, Hans Christian Andersen ve Stendhal gibi birçok ismin masalarında oturup kahve içtiği Roma’daki meşhur Antico Caffé Greco ve Prag’daki o beş kahvehane; Franz Kafka, Eduard Bass ve Max Brod’un mekânı Cafe Montmartre, Nazım Hikmet’in “Vltava Nehri’nin köpüklerine / Martı sesleriyle gelir İstanbul” dizelerini yazdığı Cafe Slavia ve edebiyatçıların diğer üç toplanma merkezi; Cafe Louvre, Cafe Arco, Cafe Savoy. Dünya edebiyat kahvehaneleri başlığı altında, isimli-isimsiz binlerce mekânın arasından anabildiklerimiz bunlar. Gönül muhabbet istedikçe, kahve bahane olmaya devam edecektir, buna şüphe yok.

Söz meclislerinin İstanbul’u
Bir dönemin kültür ocakları sayılan İstanbul kahvehanelerinin hikâyesini Sarafim Efendi’nin 1857’de Okçularbaşı’nda açtığı, müdavimleri arasında Namık Kemal, Süleyman Paşa ve Hasan Suphi’nin bulunduğu Uzunkahve ile başlatabiliriz. Ardından Küllük ve Marmara gelir. 40 kuşağı edebiyatçılarının merkez üssü olan Beyazıt Camii’nin bitişiğinde yer alan efsanevi Küllük Kahvesi, müdavimlerinin aynı isimle çıkardığı dergiyle de bilinir. 1950’li yıllarda Küllük yıkılınca edebiyatçı ve entelektüeller Marmara Kahvesi’nde toplanmaya başlamışlardır. Küllük ve Marmara dışında, 1950 kuşağının mesken tuttuğu Çınaraltı Kahvesi, Orhan Kemal ve arkadaşlarının mekânı olarak anılan İkbal Kahvesi, Sultanahmet’teki Adliye Kıraathanesi ve Salâh Birsel’in orada hiç değilse bir kez oturmamış bir edebiyatçı bulmak zordur dediği Meserret Kahvesi, İstanbul’un en önemli edebiyat mekânları arasındadır.
Mâlum, Şeyh Şâzelî İstanbul halk folklorunda kahvecilerin pîri olarak kabul edilir. Eski İstanbul’daki birçok kahvede asılı duran o levhayla bitirelim sözümüzü; “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Hazret-i Şâzelî’dir pîrimiz üstâdımız”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.