Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Melankolik polisiye



Toplam oy: 1022
Arnaldur Indridason // Çev. Sabri Gürses
Doğan Kitap
2005 yılında yazılmasına rağmen, aşılmayan bir toplumsal meseleye dikkat çeken Kutup Soğuğu, güncelliğini hâlâ koruyor. Olaylar İzlanda'da geçmekle birlikte –göçmen sorunlarıya boğuştuğumuz şu günlerde– benzerlikler kurmakta hiç zorlanmayacaksınız.

İzlandalı yazar Arnaldur Indridason’un “Reykjavík Polisiyeleri” dizisinin ilk kitabı olan Sons of Dust, 1997 yılında yayımlanmıştı. Indridason kendisine dünya çapında ün sağlayan bu diziyi o günden bu yana sürdürüyor. 2015 yılına girdiğimizde Dedektif Erlendur Sveinsson’un suçlu kovaladığı kitap sayısı 14’ü buldu. 

 

“Reykjavík Polisiyeleri” –biraz düzensiz olmakla birlikte– 2005 yılından bu yana Türkçeye de çevriliyor. Sırlar Şehri ile başlamıştı tanışıklığımız. 2012’de Sesler ve 2013’te Sular Çekildiğinde yayımlandı. Türkçedeki –şimdilik– son Erlendur macerası da kitabevi raflarına yakın zaman önce çıkan Kutup Soğuğu oldu. İzlanda’da 2005 yılında yayımlanan Kutup Soğuğu “Reykjavík Polisiyeleri”nin dizisinin altıncı kitabı aslında. 

 

 

Tam da kitabın adına yakışır bir atmosferi var Kutup Soğuğu’nun. Erlendur’un ruh halini de yansıtan bu atmosfer, roman boyunca –güçlü tasvirlerle– eşlik ediyor hikayeye: “Akşam çökerken don, sertleşerek denizden ve ıssız kış manzarasının üstünden güneyden gelen ürpertici Kutup rüzgarıyla güçlendi. Skardsheidi Dağı’ndan indi, Esja Dağı’nı geçti ve yerleşimin yayıldığı ovaya, dünyanın en kuzey kıyılarındaki ışıl ışıl kış şehrine doğru yol aldı. Şehir cansız bir halde, vebanın pençesine düşmüş gibi duruyordu. Herkes evindeydi. Kapıları kilitlemiş, pencereleri kapamış ve perdeleri çekmişlerdi, derin bir umutla soğuk mevsimin geçip gitmesini bekliyorlardı.”

 

Asya neresi, İzlanda neresi?

 

Sadece hava koşulları ya da Erlendur’un ruh hali değil içimizi donduran, hikayenin öldürülen bir göçmen çocuk etrafında gelişmesi, göçmenlere duyulan nefret ya da ilgisizlik, hissedilen soğuğu daha da keskinleştiriyor. Bu atmosferi kullanmayı çok iyi biliyor Indridason; bireysel ve toplumsal dramlarla İzlanda’nın karanlık ve soğuk atmosferini polisiye kurgu yoluyla etkileyici ve gerçekçi hikayelerde bir araya getiriyor. 

 

Kutup Soğuğu, gerek içerik gerek anlatım tekniği açısından Indridason tarzını bütünüyle yansıtan bir roman. Hikayenin ana hatlarını şöyle özetleyebiliriz: Kentin kenarında, alt-orta sınıfların yaşadığı toplu konut bölgesinde, karlar üzerinde yatan bir ilkokul çocuğu bulunur. Elias adlı çocuğun bıçaklanarak öldürüldüğü anlaşılır. Üstelik abisi Niran da kayıptır. Ailenin Tayland göçmeni olması cinayetin ardında ırkçılığın, yabancı düşmanlığının bulunması olasılığını düşündürür. Gerçekten de soruşturma ilerledikçe semtteki pek çok insanın ırkçı olmadıklarını düşündükleri halde yabancılardan –en hafif deyimle– rahatsız oldukları çıkar ortaya. 

 

Erlendur bir yandan Elias cinayetinin nedenini ve katilini araştırırken, öte yandan kimsenin ilgilenmediği kayıp bir kadını bulmaya çalışır. Bu iki dosyayı kişiselleştirecektir. Kardeşini kaybetmenin getirdiği suçluluk duygusunu hâlâ içinde taşıyan Erlendur, çocukluğunu, gözleri önünde kaybolan ve cesedine dahi ulaşılamayan kardeşini hatırlayacak, İzlanda’da kayıplar konusundaki umursamazlığın suç işlemeyi kolaylaştırdığını düşünecek, işe inatla sarılacaktır.

 

 

Polisiyelerin altın çağlarında polisiyeleri sevdiren unsurların başında –kimi zaman yaratıcıların ismini gölgede bırakan– karizmatik dedektif tiplemelerinin geldiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz Erlendur için karizmatik demek biraz zor. O günümüz polisiyelerinde yıldızı yükselen silik, “sıradan” dedektiflerden. Seçilmiş bir sıradanlık bu; onu ülkesinin tipiği haline getirirken yazara ülke insanını tahlil etme fırsatı da yaratıyor. 

 

Daha önce okumayanlar için Erlendur Sveinsson’u biraz tanıtmakta yarar var; 50’li yaşlarda, yalnız, adalet duygusu ve vicdan sahibi, işinde titiz bir adam. Karısından ayrılırken terk ettiği çocuklarıyla, özellikle –uyuşturucu bağımlısı kızıyla– ilişkisini toparlamaya çalışıyor. Yalnız gecelerini şiir kitapları ve İzlanda “saga”ları okuyarak geçiren, rüyalarından çocukluğuna ait kabuslarla uyanan, ekonomik krizle toplumsal çöküntü ve suç arasındaki ilişkiyi tiksinerek izleyen Erlendur, polisiye tarihinin gelmiş geçmiş en melankolik karakteri. Sık sık şu türden düşünceler kaplıyor zihnini: “çocukluk mekanlarının derin yalnızlığına kapılmış olma, hâlâ onun için capcanlı duran, onu nostalji duygusuna sürükleyen bir geçmişe ait yerlerle ve olaylarla kuşatılmış olma duygusu. Bunun sadece belleğinde var olduğunu biliyordu. Gittiğinde hiçbir şey kalmayacaktı geriye. Gittiğinde sanki hiç var olmamış gibi olacaktı.”

 

Dolayısıyla, melankolik bir karakterin gözlerinden izliyoruz İzlanda’yı. Suç kurgusu hiç kötü değil ama sanki biraz ikinci plana itiliyor. Suçlular, sapıklar, kötülerle birlikte işlenen cinayetler, yüz kızartıcı suçlar, cinayeti çözmeye çalışan detektifler de var. Ama tuhaf bir şekilde eksen kaydıran Indridason’un asıl soruşturması İzlanda’ya, İzlanda’da yaşanan dramlara yöneliyor. Sert ve eleştirel; Erlendur’un sorgulaması üzerinden toplumun bilinçaltına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Hayali suçlar, artistik cinayetler, suni gerilimler üretmeye çalışmıyor. Erlendur’un önüne gelen vakaların dramatik yanı hikayenin kriminal yanına kıyasla ağır basıyor. Mesela Kutup Soğuğu’na bakalım; 2005 yılında yazılmasına rağmen aşılmayan bir toplumsal meseleye dikkat çeken hikaye güncelliğini hâlâ koruyor. Olaylar İzlanda’da geçmekle birlikte –göçmen sorunlarıya boğuştuğumuz şu günlerde– benzerlikler kurmakta hiç zorlanmayacaksınız.

 


 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.