Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Murakami’nin Gözalıcı İmgeleri


Vasat
Toplam oy: 1875
Haruki Murakami
Doğan Kitapçılık

Roland Barthes, Japon toplumunun göstergelerini incelediği kitabı Göstergeler İmparatorluğu’nda, yeme-içme kültürü konusuna değinirken, Japon geleneğinde etin kesilmemesi ve yeme sırasında çatal kullanılmaması üzerinde duruyordu. Bu, elbette yaşamın her alanına yayılması beklenebilecek bir kültürel edim değil. Ama bunun izlerine başka alanlarda rastlanabilir. Sözgelimi “harakiri”, belki bu kesin yok oluş, durumu açıklamakta kullanılabilir: Bıçak ve çatal, doğadaki eşitliliği bozuyor. Eşitlik, ancak kesin yok oluş söz konusu olacaksa bozulabiliyor. Bu bakışta doğacı dinlerin izlerini görebiliyoruz.

 

Japon kültürünün Batı’da ne derece tanındığı ya da tanınabildiği, anlaşılabildiği Cees Nooteboom’un kısa romanı Mokusei’de kahramanlar aracılığıyla tartışılır. Burada ortaya çıkan şudur: Batı bize kıyasla düpedüz şanssızdır bu konuda... Nooteboom’un Batılı gezgini, Doğu’da hâlâ bir “müze” görmektedir çünkü. Bizim için öyle değil. Kanımca bu, ortak doğacı dinlerden kaynaklanıyor. Böylece eski imgelerle ilgili benzerlikler bizim onları, onların bizi daha kolay anlamamızı sağlıyor. Sözgelimi “yer altı” Japon kadim kültürünün çok önemli nesnelerinden biri. Bilindiği üzere bizde de yeri büyük. İslam, “fısıldayan” kuyular üzerine başlı başına bir literatür yaratmıştır. Bizdeki “uğursuz” yer altı, bütün Doğu kültürlerinde olduğu gibi Japon kültüründe de yaygın. Elbette küçük farklarla.

 

Benim çok sevdiğim Batılı “maceraperest” Jules Verne, yer altında “keşfedilecek son derece gizemli ve olağanüstü bir dünya” görüyordu. Yer altı, kuyu, çukur, insanın hep ilgisini çekmiş. Bilirsiniz, Nasrettin Hoca, ayın kuyuya düştüğünü anlayınca onu çekip çıkarır. Bana göre yer altı ile yeryüzünün birbirinin zıddı olmaklığıyla ilgili şahane bir imge.

 

Haruki Murakami, Zemberekkuşu’nun Güncesi adlı harika romanında Japon kültüründe yer etmiş kuyu imgesini enine boyuna inceliyor. Bu son derece zarif, dokunaklı hikâye, biçim bakımından başlı başına bir kuyuyu andırıyor.

 

Romanın kahramanı Zemberekkuşu, orta yaşlarını süren bir evli erkek. Karısıyla kavgasız gürültüsüz, sakin bir evlilik yaşamları olmuş. Kadın bir kez hamile kalmış, onu da maddi zorluklar nedeniyle aldırmak zorunda kalmışlar. Ancak bu da ilişkilerinde su yüzüne çıkamayan, adeta bir kuyuya hapsedilmiş bir sorun olarak kalmış. Günün birinde kedileri evi terk etmiş...

 

Kim ne derse desin, kedinin bir evi terk etmesi uğursuzluktur. İyi bir şey değildir. Orada tatsız şeylerin olacağına işaret eder. Zaten Zemberekkuşu’nun yaşamında da öyle oluyor. Önce kimliği belirsiz bir kadın arıyor kahramanımızı. Onu çok iyi tanıyan bir kadın. Onunla telefon aracılığıyla sevişmek istediğini söylüyor. Ardından medyum kadın kardeşler çıkıyor ortaya. Sonra karısı kayıplara karışıyor. Ve tanıdıklarından birisi, eski bir asker ona savaş yıllarında içine atıldığı ve tesadüfen kurtarıldığı derin mi derin bir kuyunun öyküsünü anlatıyor. Bunun üzerine kahramanımız ne yapıyor dersiniz? Evinin yakınlarındaki kurumuş bir kuyuya iniyor elinde fenerle. Ve orada günlerce kalıyor. Kuyu, ona içinde bulunduğu dünyayı değiştirme olanağı tanıyor çünkü.

 

Murakami’nin imgelemi, kuyuyu yalnızca yüzeyin altı olarak değerlendirmiyor. Bir çukur ya da bir boşluk, bir eğim olarak da değil. Yüzey burada sınır işlevi görüyor. Tıpkı gotik Japon masallarında ya da İslam mitolojisinde olduğu gibi. Kuyu ağzı, bir kapıdır. Bir giriş; burada romanın kahramanı yer altı dünyasına iniyor. Ama bu asla yadırganacak bir davranış değil, bir yol. Geleneklere uygun bir uygulama. Zemberekkuşu’nun zihni böyle çalışıyor. Dinlediği öykü ona öğüt veriyor çünkü.



Böylece “aşağısı” insana yeni bir biçim kazandırıyor. Zira yer altından yeryüzüne çıkış, doğumu simgeliyor. Yeniden doğum. Kişinin çevresine, tanıdıklarına bakışını, yaşamında olup biten ne varsa bunlara karşı takınacağı tutum bundan sonra yön değiştiriyor. Yeryüzüne, yer altından bilgi getiriliyor. Böyle bakınca, Şamanın hayat ağacı aracılığıyla gökyüzüne çıkıp inişini anımsatıyor bu. Murakami’nin kuyusu, bizdeki “uğursuz” kuyulara benziyor ama onda çok hafif bir tedirginlik seziliyor. Bizdeki dehşet duygusu orada hafifliyor, kaygıya dönüşüyor. Ama tabii bunu bütünüyle Japon kültürünün bir aktarımı olarak kabul edemeyiz. Yine de bir yansımadan söz edebiliriz elbette.

 

Zemberekkuşu’nun Güncesi, Doğu’nun doğaüstüne karşı duyduğu “önlenemez” ilgiden ustaca yararlanan enfes bir postmodern roman.  Medyum kadınlar müşterileriyle rüyalarında görüşüyor. Kuyular canlı, kuyularda olup bitenler yer üstündeki olgular kadar gerçek. Daha önemlisi hayvanlar, kuyular, ağaçlar ve insanlar arasında tümüyle ilkçağa özgü (yani eşitliğe dayalı) bir ilişki var. Dinlerin insanı “en yüce varlık” olarak işaret eden anlayışından eser yok. Hal böyle olunca romanın biçimi de Japon yeme-içme kültürü üzerine kurulmuş oluyor: Bölümler arasında bıçak izi görülmüyor. Romanın bedeni kesilmemiş, fakat uzuvlar birbirinden parçalanarak ayrılmış. Böylece her parçada öbürlerinden izler var.

 

Murakami’nin romanları, toplumsal geleneklerin modern romana nasıl aktarılabileceği konusunda birer ders niteliğinde. Kentli insanların günlük yaşamlarını yönlendiren modern tepkilerinin altında kuşkusuz birtakım kökler var. Ama bunların tespit edilebilmesi, romana dönüştürülebilmesi için öncelikle yazınsal geleneğin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Murakami, İmkansızın Şarkısı adlı o güzel romanında kendi yazınsal köklerine göndermede bulunuyor, F. Scott Fitzgerald’ı kahramanının ağzıyla işaret ediyordu. Her halde Murakami’yi okumaya bu maziyi göz önünde bulundurarak başlamak gerekiyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.