Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Nasıl devam edilir yaşamaya?



Toplam oy: 1579
Barbaros Altuğ
Can Yayınları
Barbaros Altuğ her iki cinse ait isimler kullanmış romanında: Eren, Deniz, Umut... Kadın mı, erkek mi bilmeden okumaya başlıyoruz. Bu yüzden gizli bir oyun giriyor romanın içine; kim kiminle sevgili ya da değil...

İnsan sevdiklerini kaybettikçe hayat aynı şekilde devam etmez. Sadece birey olarak değişmez insan, bütün ilişkileri değişir; dostlar arasında ve aile içinde de tüm dengeler farklılaşır. Barbaros Altuğ Biz Burada İyiyiz adlı romanında ölüm sonrasında değişen rolleri, değişen duyguları anlatıyor.

 

Romanın yapısı iki paralel anlatı içinde kurgulanmış. Yasemin ve Eren çok eski arkadaşlar. Birbirlerinin geçmişini, ailelerini, sevgililerini bilen iki dost. Her bölüm birinin ağzından yazılmış ve dönüşümlü olarak anlatı birinden diğerine geçiyor. Gezi olaylarında kaybettikleri Deniz’in ardından birlikte Berlin’e gelmiş ve burada Deniz’in ağabeyi Ali ile aynı evi paylaşıyorlar. Yirmili yaşlardaki bu üç genci sımsıkı bağlayan unsur, hepsinin ayrı ayrı çok sevdiği Deniz’in yokluğunun yarattığı boşluk. Sanki bu ölümle sonsuza dek birbirlerine mühürlenmiş gibiler.

 

Romanın kurgusu geliştikçe benzerliklerin ve onları bir arada tutan şeyin sadece Deniz olmadığını anlıyoruz. Babasızlık ortak yanları. Ayrıca Yasemin de, Ali gibi, kardeşini kaybetmiş. Çok fazla eksikler var hayatlarında; boşluğunu hissettikleri çok sayıda insan var. Belki de bu yüzden birbirlerine sarıldıklarında “Beni bırakma” demeleri ayrı bir anlam kazanıyor. Geride kalmayı, çok sevilen bir yakının ölümünün ardından hayatı sürdürmeyi öğreniyorlar. Her birinin rolü değişmiş, yeni rollere alışmaya çalışıyor ve ölümün ardından yeniden mutlu olmayı öğrenmek istiyorlar. “Aylar önce kaybettiğimiz bir ihtimal için, mutlu olabilme ihtimalimiz için geldik,” diye açıklıyor Yasemin.

 

Biz Burada İyiyiz kısa bir roman fakat novella değil. Bir roman kurgusuna ve çok yönlülüğüne sahip. Berlin’de yaşanan birkaç ay gibi görünse de aslında çok daha uzun bir zaman dilimini anlatıyor, hatta geleceğe sarkıyor. Ayrıca her kahramanın geçmişi, çocukluğu ekonomik bir şekilde aktarılmış. Örneğin Yasemin’in hayatını Berlin’e yanında getirdiği üç resim temelinde öğreniyoruz. Hayatının önemli kesitlerini yansıtıyor bu resimler. Birincisinde aile yapısını, ikincisinde Eren ile geçmişini, sonuncuda da onu Berlin’e getiren olayları anlıyoruz. Anatomi kesiti gibi bir hayatın iç yüzünü gösteren resimler bunlar.

 

Metin bir üst kurguya sahip: Eren romanı yazarken bir yandan da romanı yazma sürecini anlatıyor. Kendi içine dönen, kahramanları birbirlerine düşüren bir yapıya bürünüyor roman. Böylece eksik kişiler çoğalıyor, bir aile oluşturan üçlü dağılma noktasına geliyor.

 

Çok duyarlı bir dil

 

Romanın başlığı, kahramanların ruh halini anlamamıza yarıyor diye düşündüm, “gölge etme başka ihsan istemem” havasında söylenmiş sanki. Aile, toplum ve onları merak eden herkese söylenmiş gibi. “Burada” ile sadece Berlin değil, birlikte oturdukları ve dışarıya kapattıkları evleri de kastediliyor. Sonuçta kahramanların kendi kendilerine yettiklerinin sinyalini veren bir başlık. Ayrıca her biri, artık hayatın başka olacağını biliyor. Romanın merkezine yerleştirilmiş bir soru var: “Hayatını değiştiremeyecekse bir insana neden âşık olasın ki?” En dramatik değişime Yasemin uğruyor ve bunu görünür kılıyor. Saçını, tipini değiştirerek ve dövme yaptırarak.

 

Barbaros Altuğ -sanırım bilinçli olarak- her iki cinse ait isimler kullanmış romanında: Eren, Deniz, Umut gibi. Kadın mı, erkek mi tam olarak bilmeden okumaya başlıyoruz, ve başlarda biraz akıl karıştırıcı olabiliyor. Bu yüzden gizli bir oyun giriyor romanın içine; kim kiminle sevgili ya da değil... Shakespeare komedilerindeki gibi cinsiyetler karışıyor bazen birbirlerine. Ayrıca anlatıcı her bölümde değiştiği için, kim yataktan kalktı, kim kimin yanında uyuyamadı gibi detaylar bulanıklaşıyor. “Etraftan gelip geçenler bizi herhalde ayrılmak üzere olan sevgililer sanıyordu”, “bir ara onlar bile birbirlerine âşık olduklarını zannetmişlerdi. Oysa sadece bütün dünyalarını paylaşacakları başka kimseleri yoktu”, “’Sevgili misiniz artık?’ diye sordu bana, Yasemin tuvalete gitmek için uzaklaştığında” gibi satırlarda bu karışıklık hoş bir gizem katıyor kurguya. Yazar önyargılarımızı kırmak için kullanıyor bu gizemi, aslında ortada gizem yok, cinsel kimlikler çok açık. Kahramanların cinsel tercihlerinin altının ayrıca çizilmemiş olması artı bir hoşluk romanda. Aşk, dostluk ve güven duygusu onları bağlıyor ve bunların ötesinde, kaybedilen kardeşlerin yerini aldıklarını da görüyoruz.

 

Kurgu dostluk ve aşk ilişkileri temelinde gelişiyor dedim fakat arka planda Gezi olayları yer alıyor ve roman bunun üzerine kurulu. Ancak Barbaros Altuğ’un bu konuya daha geniş yer vermemiş olmasını bir eksiklik olarak gördüğümü söylemeliyim. Herkesin zaten bildiği, aynı duyguları paylaştığı varsayılarak fazla değinilmemiş sanki. Oysa romanın duygusal zirvesi Gezi Parkı’nda bütün karakterlerin bir araya geldiği, köprüden yürüyerek geçişin anlatıldığı satırlar. Hem Gezi olaylarının hem de olaylar ardından gelişen düşüncelerin aktarılması romana derinlik kazandırırdı.

 

Barbaros Altuğ söyleşilerinde sık sık eleştirmenlere “giydiren” biri; çok sık ülkemizde edebiyat eleştirmeni olmadığını yazdığını gördüm. Edebiyat çevresinde takım tutmak hep moda olmuştur Türkiye’de, Altuğ da makalelerinde ve en çok da attığı on binlerce Twitter mesajında taraf tutma yanını sertçe gösteren bir yazar. Romanı ise şaşırtıcı derecede o sert dilden uzak. Okurun kendini yakın hissedeceği sıcaklıkta kahramanlar yaratmış, duygular ve paylaşım ön planda. Hatta Gezi ruhunu taşıdığını söyleyebilirim. Dostluğu ve aşkı çok duyarlı bir dille anlattığını görmek benim gibi birçok okuru hoş bir şekilde şaşırtacaktır.

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Ahmet İltaş

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.