Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

ne kızıl ne feminist



Toplam oy: 1078

kendisi de ikd’li olan emel akal’ın 1980 öncesinin güçlü kadın örgütü ilerici kadınlar derneği’ni anlattığı kızıl feministler adlı kitabı, bu kez iletişim yayınları tarafından yayımlandı. bu çalışmanın birçok noktada sorunlu olduğunu düşünüyorum.
kızıl feministler’in alt başlığı bir sözlü tarih çalışması. sözlü tarih feministlerin de çok sık başvurdukları, esas olarak tanıklığa dayanan bir tarih anlatma yöntemi ama buna da başvurulan her çalışmayı sözlü tarih olarak adlandırmak mümkün değil. buradaki tanıklıklar, kesilmiş, bölünmüş, ayıklanmış ve yorumlanmış. örnek vermek gerekirse yine ikd’lilerin toplu çalışması olan ve hep birlikte koştuk sözlü tarihe daha yakın bir çalışma.

 

feminist yöntem, akal’ın da belirttiği gibi, mutlak nesnelliğin mümkün olmayacağından da hareketle, araştırmayı yapanın öznel deneyimini, düşünce ve duygularını araştırmasında kullanmasını önerir. ama bu, akal’ın çalışmasında olduğu gibi, araştırmayı yapanın kendi kendisiyle, sanki başka birisiymiş gibi “görüşme” yapması ve bunu “emel akal aynı olayı şöyle anlatıyor” falan gibi ifadelerle aktarması değil. feminist sözlü tarih çalışmalarında, soruları soran araştırmacı bakış açısını, esas olarak görüşme sırasında, yani anlatımı yapanın karşılık verebileceği biçimde ifade edebilir. 

 

ikinci önemli nokta şu; akal bu çalışmayı yaparken 1980 öncesinde feministler varmış ama 1980 sonrasında marksistler yokmuş gibi davranmış. ikd’yi feministlerin eleştirmediğinden söz ederken 1980 sonrası feminist harekete yönelik marksist eleştirileri, aynı dönemdeki marksist kadın örgütlenmelerini görmezden geliyor.




Kadınlardan oluşan her örgütlenme feminist değil



emel akal ikd’yi esas olarak feminizmle kıyaslıyor. ikd sayesinde binlerce kadının kamu alanına çıktığı tespiti doğru ama bunun ne anlama geldiğini çözebilmek için başka verilere ihtiyacımız var. ikd, akal’ın da kabul ettiği gibi, politik olarak türkiye komünist partisi’ne bağlı. o yıllarda yasadışı olan tkp 1980 öncesinin “üç büyükler”inden. öyleyse ikd’nin politize ettiği kadınları diğer iki büyüğün kadın popülasyonu ve politizasyonuyla da kıyaslamak gerekir. ikd, devrimci yol ve halkın kurtuluşu gruplarından ezici bir biçimde farklı sayıda kadını, farklı düzeyde bir politizasyona ulaştırdıysa bu tespit anlamlı olur.

 

bir başka sorunlu nokta emel akal’ın feminizmi ve marksizmi çalışmasının tezine uygun olacak şekilde tanımlamış olması. kadınların ezildiğini fark eden ve kadınlardan oluşan her örgütlenme feminist değil. bu tespiti yapan –marksizm de dahil- pek çok fikir akımı, bu akımlara bağlı kadın örgütlenmeleri var. aynı şekilde kadınları evden çıkartan her yapının feminist olduğunu da söylemek mümkün değil.

 

öte yandan marksizm, kadınların analıklarıyla tanımlandıkları bir fikir akımı değil, her ne kadar tarih boyunca komünist örgütler sık sık buna başvurmuş olsa da. marksizm, iyi kötü, emekçi kadının yaşadığı ikili sömürüden falan söz eder. ayrıca sadece sınıfların varlığı fikrini değil üretim araçlarının el değiştirmesine dayanan bir devrim önerisini de içerir ki bu açıdan tkp/ikd politikalarını kızıl bulmama konusunda bana katılanlar çok olacaktır.

 

son olarak bir örgütün kadınlardan oluşması, kadınlar tarafından yönetilmesi onu feminist kılmaz. emel akal, feministlerin her türlü örgütlenmeye karşı olduğunu söylerken tabii ki yanılıyor. feministler, başka siyasi akımlardan farklı biçimde örgütleniyor çünkü amaçları farklı. ikd emel akal’ın iddia ettiği gibi “geleneksel marksist feminist bir örgüt” de değil çünkü geleneksel marksist feminist örgüt diye bir şey yok. hadi diyelim oldu, “anayız bacıyız faşizme karşıyız” (maalesef başka grupların da benimsediği, zamanında “hala oğluyuz, dayıyız…” falan diye dalgası da geçilmiş bir slogan) diye pankart açmaz, toplumdaki ve örgüt içindeki kadınlara yönelik şiddet karşısında sessiz kalmaz, aile kurumunu korumaz, kadınların boşanma talebini engellemez, destekler… inanın hepsi kitaptan.

 

emel akal’ın ikd’yi neden feminist bir örgüt gibi göstermeye çalıştığını, bunun için teoriyi, tarihi neden bu kadar zorladığını anlamak kolay değil. kendi adıma (akal sağ olsun, bu konuda bir cümlemi de alıntılamış) 12 eylül öncesi iç savaş koşullarında feminizmin zuhur etmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. ama feminizmin olduğu koşullarda ortaya çıktığında, iç savaşın yani sivil nüfusun birbiriyle savaşmasının da farklı cereyan edeceğine şüphe yok. buna aklı yatmayanlara bugünün “sivil olmayan” savaş koşullarına feminizmin yaptığı etkiyi hatırlatırım.

 

bir de şey... “marksistlere göre düşünceler ve politik programlar erkek veya dişi olamazlar” demiş emel akal. ama zaten feministler de umulduğu kadar salak olmadıkları için biyolojik tanımlamalar olan erkek ve dişiyi hiç kullanmıyor. kastedilen toplumsal cinsiyet anlamında erkek ve kadındır ve politik programlar ve düşünceler bal gibi bu iki toplumsal kategoriden birinin tarafında olabilir. bu çalışmayla ilgili söylenecek başka şeyler de var ama ne kendimin ne de sizin sabrınızı daha fazla sınamak istemem.


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.