Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Öfke ve saplantının güzelliği



Toplam oy: 823
Thomas Bernhard // Çev. Esen Tezel
Yapı Kredi Yayınları
Kireç Ocağı'nı okumak, aklını yitirmiş kendi Avusturyamıza duyduğumuz öfkeyi çekilir kılmanın, ona tutunabilmenin yolları üzerine de düşünmemizi sağlayabilir.

Olağan ve usluların, sınırlarını bilenlerin dünyasında, birbirine benzer saplantıları, öfke ve tutkuları tekrarlayıp durmak kabul edilemez. Bir tutkumuz varsa bile ekonomik olması, bu tutkuyu en doğru yere transfer edip, herkese benzemek, herkes gibi olmak için kullanmamız beklenir. Bunu yapamıyorsak da en azından aklı başında gözükmeyi öğrenmeli, isteklerimizi bastırmayı bilmeli, ne olursa olsun işbilir gözükmeyi öğrenmemizi isterler bizden. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde üzerinde fazlaca durulan bir öğüt vardır: Okur uzun cümleleri pek iyi karşılamaz, bu yüzden yazar söyleyeceklerini mümkün olduğunca az kelimeyle söylemeli, tekrarlardan kaçınmalıdır. Akademik makale ve kitap tanıtım yazısı gibi “bilgilendirici” yazılar kaleme alanların da akıllarının daima bir köşesinde bulundurduğu bir kavramdır “ekonomi”. 

 

Oysa Thomas Bernhard bize, dili doğru, güzel ve etkili kullanmanın, yinelemelerden olabildiğince kaçınmakla, diyalogların, duyguların, bunlar arasında da en çok tutkuların, öfkelerin ve saplantıların mümkün olduğunca az kelimeyle kağıda dökülmesiyle eşdeğer olamayacağını gösterir. Edebiyatta belki de en çok Hemingway ile özdeşleştirilen ekonomik anlatının tersine, Bernhard’ın kişilerinin, onların kurdukları monolog ve diyalogların en göze çarpan özelliği tekrarlarıdır. Orhan Pamuk’un deyişiyle, “yalnız saplantılı roman kahramanları aynı takıntıları tekrarlayıp, dönüp dolaşıp aynı öfke ve tutkuları dile getirmekle kalmazlar, bu tutku ve saplantıları bize şaşırtıcı bir enerjiyle anlatan Bernhard da, kahramanlarıyla birlikte, aynı cümleleri birbiri ardından yeniden yeniden yazar durur.”

 

 

Sonunda Türkçede de okuyabileceğimiz Kireç Ocağı’nın başkişisi Konrad, yazılabilmesi için önü arkası kesilmeyen deneyler yapması gerektiği fikrine bağlanmış, otuz yıldır zihninde tasarladığı, konusu işitme olan başyapıtını bir türlü yazamaz. Harekete geçememek, metni zihinde evirip çevirmek, tartmak, başlamak ve bitirmek fakat bir türlü oturup yazmaya başlayamamak: İşte Kireç Ocağı’nın yüzeyindeki konu bu. Kitabı önce, yazacağı metnin içeriğini değil, durmaksızın o metni yazmayı düşünen ve bunu gittikçe bir saplantı haline getiren Konrad’ın, sonra da onun bütün bu başarısız girişimine doğrudan tanıklık eden karısının hikayesi olarak okumak mümkün. Üstelik kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı da bize böyle bir okumayı salık veriyor. Buna göre Bernhard Kireç Ocağı’nda “kusursuz başyapıt tasarısıyla yaşama eylemi arasındaki çatlağı gösteren zihinsel çalışmanın kağıda dökülmesindeki imkansızlığı, saplantı, öfke, delilik eşiklerinde gidip gelen insanın karanlık, sakatlanmış, tekinsiz karakterini açığa çıkaracak ‘vuruşlarla’ araştırmaya girişiyor.” Bu yöndeki bir Bernhard okuması, saplantıya dönüşen tasarıların bizi yaşamdan soğutacak kadar çığrından çıkarabileceğini fısıldar ve sınırın daha en baştan çekilmesi gerektiğini ima eder. Bu bakış açısının ister istemez desteklediği “herkes gibi olun” görüşüne göre, biz daha tasarı aşamasına bile geçmemişken, bir türlü gerçekleştirilemeyeceğini, olamamak üzere doğduğunu, yazılamayacağını, söylenemeyeceğini, çizilemeyeceğini bize belli eden fikirler vardır. Bunlara kapılmamak, ihtiyatlı ve dikkatli olmak, ahlaki ve fikri özlemlerimizin ya da takıntılarımızın fazla üzerinde durmamak gerekir. İyi bir şiir okuru olabilir, ara sıra elimize kalem almayı deneyebiliriz. Bu istemeden ahlakçılık bize daha fazlasını ummamamız gerektiğini söyler. Zira ancak makul kalarak mutlu olabiliriz. 

 

Oysa okura mutlaka Kireç Ocağı ile ilgili bir ipucu verilmesi gerekiyorsa, bu, “kusursuz başyapıt tasarısı ve arkasından olanlar” yüzeyinin, arka kapakta iddia edilenin aksine metnin temel izleği değil, romanı çevreleyen çok genel bir çerçeve olduğunun hissettirilmesi olmalı. Bunun aksini öne süren bir fikir ancak Bernhard’ı ve onun karakterlerinin ehlileştirilmesine, okurun da yargısının bu yönde gelişmesine yol açabilir. Bernhard’ın yazısının güzelliği ve vuruculuğu karakterlerlerinin saplantılarından ve öfkelerinden doğar. Bernhard’ın ilgilendiği, eğer varsa üzerine düşünmemizi istediği, tasarıların imkansızlığı, öfkenin ve saplantının insanı sakat bırakması değildir. Çünkü onun karakterleri öfke ve saplantıları sebebiyle acziyete sürüklenmez, aksine bunlara sahip olduklarından, öfkelerini ve takıntılarını tekrar edebildiklerinden ayakta kalmayı başarırlar. Bernhard’ın kahramanları, dünyanın bütün pisliğine, devletin ve dinin kuşatıcılığına, sansürcülüğüne, keyfi ve kanıtı kendisinden makbul ortalama doğrulara, ahlakçı zorbalıklara, başkalarının başına gelen felaketlere ancak bu yolla tahammül edebilirler. Kireç Ocağı’nın Konrad’ı bu yüzden herkese ve her şeye saldırır. Ona göre “din insanları kitle halinde kaosa itaat eder hale getirmeyi hedefleyen dangalakça bir deney” iken Avusturya dünyanın en çekilmez ülkesidir ve dünya üzerindeki hiçbir şey de Avusturya’daki “mahkemelerden daha karaktersiz ve ruh haline ve hava durumuna ve sempatiye bağlı değildir”. Zaten biz insanlar da istisnasız olarak “dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz, bizi dünyaya getirenler yarattıkları insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar.”

 

Saplantılar tıpkı cömertçe, mutlulukla sarıldığımız öfkelerimiz gibi kendimizi korumanın bir aracı haline gelir Bernhard’da. Çünkü bu çığrından çıkmış dünyada kendi ellerimizle, özlemlerimizle ve takıntılarımızla yoğurmadığımız hiçbir şeye güvenilmez, diğer her şey elimizden kayar giderken ancak onlara tutunabiliriz biz. Öfkeli bir biçimde mücadele etmek, yaşamayı ve mücadeleyi bir saplantı haline getirmek… Kireç Ocağı’nı okumak, Bernhard’ın sadece edebi olmayan öfkesine sırt çevirmemek, aklını yitirmiş kendi Avusturyamıza duyduğumuz öfkeyi çekilir kılmanın, ona tutunabilmenin yolları üzerine de düşünmemizi sağlayabilir.

 

 

 


 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.