Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Öfkeli kalabalıktan uzakta



Toplam oy: 932
Kolektif // Derleyen: Levent Cantek, Tanıl Bora
İletişim Yayıncılık
Vur Ulan Vur! başlıklı "linç öyküleri," bize kalbimizi hatırlatıp başımızı utançla önümüze eğmemize sebep oluyor.

Yüzyıl sonra tarihçiler bugünkü Türkiye’nin hikayesine bir isim koymakta zorlanmayacaklar sanırım: Nefret çağı. Hepimiz nefret çağı çocuklarıyız. Üstüne üstlük, böylesi sâri bir nefretin telef ettiği topraklarda hemen her kesim kendi bireysel ya da kabilesel krallığını/beyliğini ilan etmek suretiyle niyetini açık etmekten imtina etmemektedir. Tabii bu manifestoyu takdim ederken hemen herkes liberal insani değerleri meze etmekten çekinmez. Buna bir de ideolojileri, milliyetçiliği ve Türklerin bilinçaltına işlemiş bölünme korkusunu ve “hassasiyet”lerini eklediğinizde güzide memleketimizdeki nefretin ve özelde de linç kültürünün köklerine varırsınız. 

 

 

Terry Eagleton’ın deyimiyle, yaşadığını kendisine ispat edebilmek için ötekini yok etmenin çirkin hazzına kapılan ve kolayca tahrik olan öfkeli kalabalığın toplu cinnet anları, ne yazık ki hassas bir dönemden geçen ülkemizde giderek sıklaşıyor, normalleşiyor. Normalleşme, ikiz kardeşi unutuş ile el ele vererek linç kültürünü bir acayiplikten adi bir vakaya çevirmeye azmetmiş olsa da, edebiyat tarafında kalem sahipleri bize kalbimizi hatırlatıyorlar. Tanıl Bora ve Levent Cantek editörlüğünde derlenen Vur Ulan Vur! başlıklı “linç öyküleri,” bize kalbimizi hatırlatıp başımızı utançla önümüze eğmemize sebep oluyor.

 

 

 

Bizi utandıran öykülerin derlendiği bu kitapta biri çizgi olan 16 öykü mevcut. Bora Abdo, deneysel bir üslupla, linç ve intikam odaklı fütüristik bir ada hikayesi anlatıyor. Oya Baydar, 60 darbesinde solcu bir üniversiteli grubun muhbir ve ajan yaftalamasıyla karşı görüşlü bir genci linç edişlerinden söz açıyor. Gaye Boralıoğlu, zengin bir muktedirin sırf zevk için bir mazlumu linçe sürükleyen süreci nasıl idare ettiğini gösteriyor. Pelin Buzluk, bir ailenin kadınlarının korktukları bir erkekten korkmamaya başlamalarını hikaye ediyor. Behçet Çelik, çok insani bir damardan, arada kalmış bir adamın çaresizliği ve vicdani gelgitleri üzerine kuruyor öyküsünü. Veysi Erdoğan, muhalif bir öğretmenin geleneksel bir kasabada linçe sürükleniş sürecini öykülüyor. Mehmet Eroğlu, 1984 benzeri alegorik bir distopya yazmaya koyulmuş. İlban Ertem’in öyküsü bir piyanonun acıklı ölümü üzerinden çoğunluğun azınlığa karşı kontrol edilemez öfkesini resimliyor. Ayhan Geçgin, oğulları linçe kurban giden annenin sessiz ama inatçı direnişiyle babanın buralardan gitmek isteyişinin yarattığı gerilime yaslanıyor öyküsünde. Hakan Günday’ın kısa ama çarpıcı öyküsü bir polis sorgusu üzerinden ilerliyor. Akif Kurtuluş’un katmanlı hikayesi linçe ses çıkaramayışın yarattığı vicdan azabının sesi oluyor. Pınar Öğünç, bir yol öyküsüyle, linçe maruz kalmış birinin intikam almayışı, kendisi muktedir durumdayken insanları galeyana getirmeyişi üzerinden ahlaki bir sorgulamaya kapı aralıyor. Yıldız Ramazanoğlu, yıllar sonra Mavi Marmara’da şehit olan oğlunun görüntüleriyle yüzleşen bir babayı anlatıyor. Mine Söğüt’ün öyküsü, erkeklerin kendi güçsüzlükleri, hınçları ve ezikliklerinin intikamını kadınlardan alışının uzun tarihine yeni bir madde ekliyor. Yalçın Tosun’un sahici ve samimi öyküsü soruşturulmamış bir iftira üzerine linç edilen bir adamı hikaye ediyor. Ahmet Tulgar linç edilecek bir adamın hikayesini geriye doğru yazmaya girişiyor.

 

Tüm bu öyküler, unuttuğumuz kalbimizi hatırlatması bakımından çok önemli birer vesika.

 

 


 

* Görseller: İlban Ertem’in, kitaptaki “Piyano” öyküsünden...

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.