Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ölümlerden ölüm beğenmek



Toplam oy: 904
Aslı Tohumcu
Doğan Kitap
Kabul etmeliyiz ki son birkaç yılın en iyi Türkçe edebiyat eserlerinden biri var karşımızda.

Edebiyat ciddi bir iş midir yoksa eğlenceli mi olması gerekir? Okurken gülümseten, güldüren, hatta kahkaha attıran metinlerin edebi niteliği bir tartışma meselesidir. Kitap, ölümle ya da varoluş sorunlarıyla ilgili olsa da, mizahın karanlık tarafı bu ciddi meselelerin altından kalkabilir mi? Aslı Tohumcu’nun Ölü Reşat’ı ölümle, iyilik ve kötülük karşıtlığıyla ilgili bir kitap olmasına rağmen, asla gayri ciddi olma hatasına düşmeden ironi ve mizaha başrolü veren bir eser. Bu başrol de, kitabın gelişme bölümünde değil, henüz ilk sayfasında veriliyor Tohumcu tarafından.

 

“Derler ki; bu, bir nebze hissi, bir nebze de güldürücü nesre konu edilen nevi şahsına münhasır ‘velet’ doğduğu dakika, mahallenin meşhur Deli Arif’i, değme dansözleri aratmayacak ustalıkla göbek atmaya koyulmuş. Ahali, kırk küsur yıllık ömrünü, mahallenin çatısı haline gelmiş yaşlı çınarın yer üstüne taşan kökleri arasında, gölgenin ikizi gibi sessiz, üstelik kıpırtısız geçirmiş bu meczubun harekete geçmesinin şaşkınlığını yaşarken dahi, yüce Rabbimizin sual olunmayacak bir acayip hikmetinin, hayli yakınlarda bir yerlerde tecelli ettiğini anlamış. Yoksa o dakikaya kadar, Hüdavendigâr Vilayeti’nin Kiremitçi Mahallesi’nde sıradan bir günmüş,” diye başlayan hem otobiyografik hem de fantastik bir yarı-masal var karşımızda. Bu girişten sonra nasıl bir metin okuyacağımızı bile bile okuyoruz ve kitap kesinlikle renkliliğini ve canlılığını, tazeliğini kaybetmeden çeviriyoruz son sayfasını.

 

Ölü Reşat’ın en çok düşündürdüğü unsurlardan biri, bir kitap okuduğumuzda yazarın ne anlattığına mı yoksa nasıl anlattığına mı odaklanmamız gerektiğiyle ilgili. Tohumcu’nun romanı öncelikle yazarın nasıl anlattığına bakılacak türden bir kitap. Alışık olduğumuz bir dili ve üslubu yok. Ters köşeye yatıran bir kalemi var yazarın. Ancak bölümler ilerledikçe yazarın ne anlattığının önem kazandığı ve sonuçta da neden anlattığının ortaya çıktığı bir roman. Bu sonuç, bize romanın dramatik kurgusunun ne kadar sağlam olduğunu gösterdiği gibi, “ne”, “nasıl” ve “neden” bir araya geldiğinde iyi bir eserin omurgasının ortaya çıkış formülünü de göstermiş oluyor.

 

Kitabın adı Ölü Reşat olsa da, kahramanımızın adı Adnan. Reşat için ise Adnan’ın peşini bırakmayan bir gölge kahraman olduğunu söyleyebiliriz. Adnan’ın hayat hikayesini, daha doğrusu ölüm hikayesini anlatan bu roman, bir yanıyla da var olma – yok olma eşiğindeki Reşat’ın hayat ya da ölüm hikayesini anlatıyor. 1940’lı yıllardan başlayıp yakın zamana uzanan, merkezine –yoksa çevresine mi demeli– Bursa’yı alan kitap için bir kent romanı da diyebiliriz. Ne var ki Bursa daha ziyade, fantastik diyebileceğimiz bu öyküyü gerçekçi kılacak bir zemin hazırlama görevini üstlenmişe benziyor. Aslı Tohumcu kitabını Bursa’ya adamış olsa da, hatta roman boyunca Bursa’ya her fırsatta şapka çıkarsa da, bu kent daha çok bizi gerçekliğe döndürecek edebi bir değişken olarak yer alıyor.

 

Ölümün peşinde

 

Reşat, Adnan’ın ölümünün peşinde olan bir kahraman. Gerçeklerin üzerine bir perde örtebilen, aslında bu eseri de fantastik boyuta taşıyan başrol ona ait. Adnan ise, özellikle romanın finalinde, otobiyografik unsurların ağırlığı arttıkça gerçekliğinin ağırlığı da artan bir kahraman. Zaten, Tohumcu’nun başarılı dramatik kurgusunu, bu eserdeki edebi izleğini tamamlayan ayrıntılar da finalde gizli. Ölümlerden ölüm beğenmenin ne demek olduğunu ya da ne demek olmadığını, Reşat ile Adnan’ın köşe kapmacası sayesinde daha iyi anlıyoruz. Nasıl öleceğimizi, nasıl yaşayacağımızı seçememek, Reşat’ın Adnan’la girdiği fantastik mücadelenin ana fikrini gösteriyor bize.

 

Romanda, fantastik unsurların birer süse dönüşmediği, mizahın sadece bir araç olmadığı, ayakları yere bastığı gibi hayal gücü de zirveye eren bir kurguya tanık oluyoruz. Tutturduğu bu denge, aynı zamanda romanın konusuna da nüfuz ediyor. Ölüm ve yaşam, bu dünya ve öte-dünya arasındaki ilişki, bir de yazarın kendini gizlemeye çalışmamasıyla ve arada sırada okura göz kırpmasıyla birleşince, kendimizi nostaljik bir hayat/ölüm hikayesinin içinde buluyoruz.

 

Zamanda arada sırada, ileri geri sıçramalar yapıyoruz Tohumcu’yla birlikte, ama asla içinde kaybolunacak, takibi zor kurgular gelmesin aklınıza, çünkü Tohumcu kontrolü elden bırakan yazarlardan değil anlaşılan. Okurunu metin içinde oradan oraya uçurup sürüklemiyor; davetiye gönderip kapıdan alıyor ve tekrar aldığı yere bırakıyor.

 

Bir de, böyle bir roman okurken beklentisi içinde olmadığımız başka bir yüzünü gösteriyor sayfalar ilerledikçe. Ölü Reşat’ı yer yer bir taşlama, iktidar ve sistem eleştirisi olarak yorumlamak işten bile değil. Bu anlamda sözünü de hiç sakınmayan bir metin olduğunu söylemekte fayda var.

 

Ölü Reşat, az önce bahsedilen birtakım özellikleriyle bazı okurların hayranlıkla okuyacağı bir kitap olabileceği gibi, bazı okurların da içine girmekte zorlanacağı bir kitaba dönüşebilir. Açıkçası, fazlasıyla iyi bir metin olduğu için böyle bir endişe taşıyorum. Eksiği yok, fazlası var bu romanın. Uzun cümlelerden, renkli bir anlatımdan kaçınan okurları yine de bu kitaba bir şans vermeye davet ediyorum.

 

Tohumcu’nun diliyle, seçtiği sıfatlarla, kullandığı deyimlerle, masal anlatırcasına kurguladığı ve nasıl ortaya çıkardığını merak ettiğim bu fantastik metni, asla bir roman yazarı olmayacağım için yaşayamayacağım bir deneyimin hayalini kurdurttu bana. Kabul etmeliyiz ki son birkaç yılın en iyi Türkçe edebiyat eserlerinden biri var karşımızda. Dikkat: Bu kitabı okuduktan sonra roman yazma hevesine kapılabilirsiniz. Tohumcu kadar başarılı olur musunuz bilmem, belki de benim gibi sadece hayalini kurar ve yazarın hakkını verip yeni romanını bekleme yolunu seçersiniz. Yazar, “Bugüne kadar yazdığım karanlık her satırı okumakta ısrarcı davranan ve gülümsemeyi çoklarından fazla hak eden güzel okuyucu, bu roman sadece sana... Umarım yıllardır gözlerini ve kalbini yorduğuna değmiştir... Yoksa varlığımın bir sebebi kalmaz,” diyor sonsözünde.

 

Aslı Tohumcu, belli ki bu dünyaya yazmak için gelmiş. Bu dünyaya okumak için geldiğini düşünenlere de Ölü Reşat’ı okumak düşüyor.


 

 


 

 

* Görsel: Yağız Yılmaz

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.