Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Öncelikle ruh hali, sonra bir roman


İyi
Toplam oy: 274
Gertrude Stein // Çev. Gökçe Yavaş
DeliDolu
Türkçeye ilk kez çevrilen bu roman, bir asır evvel yazılmasına rağmen, günümüz toplumunda karşılık bulacak bir içeriğe ve güncelliğe sahip.

Üç Yaşam’ın orijinali yayımlandıktan kısa bir süre sonra, 1910’da, Chicago Record-Herald gazetesinde kitap hakkında şöyle bir yazı yer almış; "Stein, hayata dair parçaları değil, hayatı olduğu gibi ortaya koyuyor.’’ Kimilerine göre modern edebiyatın en önemli eserlerinden biri olan Üç Yaşam, başta Hemingway olmak üzere birçok yazarı etkilemiş, ilham kaynağı olmuş. Peki neydi bu romanı bu denli mühim kılan, o dönemde Stein’in anlatıp başkalarının anlatmadığı şey neydi?

Roman, alt sosyo-kültürel sınıfa mensup üç kadının (Anna, Melanctha ve Lena) anlatıldığı birbirinden bağımsız üç hikayeden oluşuyor. Bu hikayeleri önemli ve özel kılan şey, çağını da aşan çözümleme ve anlatım biçimi. Bir asır önce ele alınmış bu karakterlerin gerek düşünce gerekse yaşayış biçimiyle bugünden pek de bir farkları yok. Stein, adeta karakterlerin beyninin içine girmiş, olayları göstermektense en küçük ayrıntısına kadar anlatmayı tercih etmiş. Hiçbir detayı kaçırmayan ve bu detaylarla bütüne ulaşan Stein, dil oyunlarından ve sözcükleri süsleyerek durumu anlatmaktan da özellikle kaçınmış. İlgi duyduğu ve çok sevdiği resim sanatı da yazdıklarına sirayet etmiş.

Stein’in Üç Yaşam’da ele aldığı karakterler, Cezanne tablolarındaki yorgun, durgun ve sürekli bir baş ağrısı çekiyormuş hissi uyandıran karakterlerin kelimelerle vücut bulmuş hali gibi. Stein’in kübizme olan merakı düşünülürse, Cezanne karakterlerinden ilham aldığı pekala düşünülebilir.


Dönemin iç dinamikleri

 

Üç Yaşam öncelikle üç kadının ruh halidir, ondan sonra bir romandır. Eserdeki karakterler o kadar gerçektirler ki, Stein onları yazmamış adeta doğurmuş gibidir.

Anna her zaman başkalarını düşünen, başkalarını düşünmekten kendine vakit ayıramayan ve bunu dahi düşünmeye zamanı olmayan düzen ve tertip meraklısı bir kadın. Yanında hizmetçi olarak çalıştığı kişileri kendisine öyle bir bağlar ki, Anna’ya biz kez alışanlar bir daha onsuz yapamazlar. Çalıştığı evin tümüne hakim olmak ve ev sahibinin her şeyi ona danışması ve tüm bunları yapabilmesidir onu mutlu eden. Onu mutlu ve huzurlu kılan şey, alışkanlığa dönüşen itaatin eksiksiz yerine getirilmesidir. İçinde bulunduğu ve gördüğü dünyanın dışında başka bir şey bilmeyen ve düşünmeyen Anna, bu döngünün içinde ölene kadar gidip gelir.

Melanctha da, çocukluğundan itibaren dünyaya bilgeliğini veren şeyin ne olduğunu merak eden ve onu bulmaya çalışan siyahi bir kadın. Kendini bildi bileli, olduğundan daha büyük davranır ve bir kadın olarak gücünü çok erken yaşta kullanmayı öğrenir, ama yine de yaradılıştan gelen çarpıcı bilgeliğiyle bile, kötülük hakkında bir şey bilmez. Melanctha etrafında sık sık duyduğu şeylerle aslında ne kastedildiğini henüz anlamaz, bunlar şiddetli bir şekilde zamanla uyanmaya başlar içinde.

Lena ise, kısmen anlayabildiği hayatı sağır edici sessizliğiyle izleyen, kendi hayatı hakkında kararları çoğu zaman başkaları veren ve Cezanne’in Kırmızı Yelekli Çocuk tablosundaki yorgun çocuğa benzeyen suskun biridir. Tabii tüm bunlara karşın sabırlı, nazik ve çok da tatlı bir kızdır. Tıpkı Anna gibi o da hizmetçidir ve bu işi de pek sever. Anna ile ortak yanları ise yalnızca yaptıkları iş değildir...

Gertrude Stein, romandaki bu üç karakterin yaşamlarındaki benzerliği özellikle ele almış. Bu üç kadın, aslında milyonlarca kadına da ayna tutuyor. Gertrude Stein, dönemin iç dinamiklerini bir psikolog gözüyle ele alıyor adeta.

Üç Yaşam, yalın bir dil ve güçlü bir anlatımla yazılmış, yirminci yüzyılın ilk klasik eserlerinden biri. Türkçeye ilk kez çevrilen bu roman, bir asır evvel yazılmasına rağmen, günümüz toplumunda karşılık bulacak bir içeriğe ve güncelliğe sahip.

 

 


 

 

 

Görsel: Seda Mit

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.