Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Palahniuk’un porno kulübü



Toplam oy: 1208
Chuck Palahniuk
Ayrıntı Yayınları

“Uzun zamandır bu konu hakkında iyi bir roman okumamıştık,” diyebileceğiniz başlıklar vardır: İkinci Dünya Savaşı, kedilerin gizli hayatı, işgal altındaki İstanbul veya takıntılı aşk ilişkileri. Ancak porno endüstrisini bu listeye eklemek pek az kişinin aklına gelir. En son ne zaman bu konuda, porno hakkında bir roman okumuştunuz? Hem zaten nedir ki bu sözcüğün, pornonun anlamı? Bir roman konusu mudur -bir romanın konusu olacak ‘malzeme’ye sahip midir?

 

Chuck Palahniuk, Amerikan edebiyatının en Amerika-dışı seslerinden biri. Romanlarını İngilizce değil, Amerikanca yazıyor; her sayfa, her satırda, her bölümde ışıltılı tabelalar, reklam sloganları, yazının şehvetine kapılıp anlattıkça anlatan karakterler,  yüzeysellik, hırs, ufak hesaplar ve yapaylık var. Ancak Palahniuk hep bir adım geride durmayı, “bu metni ürettim” diye böbürlenmek yerine, “bu metni size sunuyorum” diyerek kitabıyla arasına mesafe koymayı tercih ediyor veya daha doğrusu, başarıyor. Ölüm Pornosu da böyle bir metin. Bir porno film setinde, tek bir günde 600 erkekle kamera önünde birlikte olarak dünya rekoru kırmayı amaçlayan Cassie Wright’ın yanına gitmek için sırasını bekleyen üç adam ve Wright’ın yardımcısı Sheila’nın bilinçlerinde geziyoruz. Ortamı şöyle tarif edelim: Yarı çıplak erkekler, bir toplama kampındaki mahkûmlar gibi, vücutlarına numaralar iliştirilmiş vaziyette bekliyorlar ve çevrelerindeki ekranlarda yaşını başını almış bir porno yıldızı olan Cassie Wright’ın en iyi filmlerinden bazıları gösteriliyor. İhtiyacı olanlara Viagra servisi yapılıyor (aşırı doz, geçici körlüğe sebep oluyor). Gerekli sağlık testlerini başarıyla geçmiş olan 600 erkekten her biri, numaralarının anons edileceği ana kulak kesilmiş durumda. Erkekler içeri sırayla değil, karışık biçimde çağrılıyorlar; üçerli gruplar halinde Cassie’nin bulunduğu bölüme doğru ilerliyorlar.

 

Palahniuk’un kurduğu bu set, pekala muayene sırasını bekleyen insanların oturduğu bir hastane salonu da olabilirdi. Veya aynı ideale baş koymuş, dans sevdalısı gençlerin dansçı seçmelerindeki heyecanını tasvir edebilirdi. Ama hayır. Porno, başka bir dünya. Özellikle seçilmiş. Onu ayrıştıran ve trajik kılan yan, izlediğimiz görüntülerin oyuncularıyla işimiz bittiğinde, onları unutmamız öncelikle. Natalie Portman’ın öyküsü, oysa, filmlerdeki performanslarından ibaret değil. Siyah kuğunun sanat sevgisi, hamileliği, Jonathan Safran Foer’la dostluğu veya kültürel tercihleri hakkında filmlerin dışında süregiden bir anlatı var. Oysa pek çok açıdan Hollywood gibi örgütlenmiş, çeşitli stüdyoların egemenliği altında, farklı dağıtımcılar aracılığıyla işleyen porno endüstrisinin yıldızlarıyla kurduğumuz ilişkide benzersiz bir yan var. Palahniuk çok verimli bir alanda ilerletiyor anlatısını: Pornoyu izleyen Seyirci, onun Bakışı ve bu bakışın Nesnesi olan Oyuncu arasındaki ilişkinin trajik bir güzelliği var. Hatta Ölüm Pornosu’nda bu ilişkinin bir çocuk üretmesi, yani Oyuncular arasındaki birleşmenin kadının gebe kalmasıyla sonuçlanması durumunda olacaklar üzerine felsefi bir düşünme girişimiyle karşı karşıyayız. Pornodaki birleşme ve boşalmayı takip eden Ölümün (yani filmi kapatıp unutuşa havale etmemizin) yerini, pornodaki ilişkiden doğan Çocuk alıyor. 

 

Romanın merak unsuru, öncelikle Cassie Wright’ın çocuğunun bu 600 erkekten hangisi olduğu. Ayrıca kadını öldürmeyi kafasına koyan bir karakteri okuduğumuza göre, Çehovcu mantıkla, ölümün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, tabiri caizse silahın ne zaman patlayacağını öğrenmeyi istiyoruz. Ancak sayfaları çevirten asıl merak unsuru, Palahniuk’un Hollywood filmlerinin isimleriyle oynayarak oluşturduğu porno ansiklopedisi. Sinemaya, filmlere düşkün okuyucu (hangimiz değiliz ki?) Guguk Kuşu’ndan Oz Büyücüsü’ne pek çok klasik filmin porno versiyonlarını keşfedebilir burada ama tabii çok saygı duyduğu yapıtların böyle tanınmaz hale gelmelerine öfkelenebilir de. Aynı şekilde, kitapta pornoda kadının rolüne isyan edenlerin (kim etmez ki?) bir kaşlarını kaldırmalarına neden olacak denli pornonun ‘içinden’ konuşan bir ses olduğunu da belirtmek gerek. Yine de Palahniuk hiçbir noktada pornoyu tarif etmekten zevk alan bir ses sunmuyor bize; anlatımı daha çok pornonun Hollywoodvari saçmalığını, her şeyi kapsamaya yönelik hevesini sergiliyor ve Palahniuk’unki daha çok pornoyla dalga geçen bir ses olarak beliriyor. 

 

Eğer eleştirmenlerin Ölüm Pornosu hakkında neler yazdıkları ilginizi çekiyorsa, durumu iki kelimeyle özetlemek mümkün: Nefret ettiler. Herman Melville’i, Mark Twain’i ve Henry James’i üreten bir edebiyatın günümüzde Palahniuk ve benzeri yazarları çıkarmasından şikayet eden yazılar da var, Ölüm Pornosu’nun “herhalde bir haftasonunda” yazıldığını dile getiren, özensizliğine ve incelikten yoksunluğuna vurgu yapanlar da. Herhalde romandaki asıl sorun, her birinin bilinçleri porno endüstrisi tarafından şekillenen karakterlerin Andrea Dworkin gibi bir feminist yazarı veya porno üzerine yapısalcılık-sonrası tartışmaları nasıl bilebildiklerine yoğunlaşıyor. Yani porno dünyasının bilme yetenekleri ve sınırları incelenip, diyelim ki bir Hollywood oyuncusunun aksine, yaptığının üzerine düşünme ve yaptığının üzerine düşünülenleri bilme yetilerinden mahrum olması gerektiği söyleniyor.

 

Ölüm Pornosu’nun numaralarla birbirlerinden ayrılan erkek seslerinin birer karakter olduğunu söylemek kolay değil gerçekte. Bay 72, 20’li yaşlarında genç bir adam; Bay 137 televizyon alemindeki kariyerini diriltmeyi ve Cassie’yle evlenmeyi istiyor; Bay 600, yani Branch Bacardi ise endüstrinin krallarından biri, bir nevi porno Jack Nicholson’ı (veya Şener Şen’i). Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri’ndeki gibi, gerçek isimleriyle tanımadığımız bu kişiler, bu anlamda birer karakter değil, daha çok romanın porno alemindeki (herhalde uygun ifade bu olacak) birer ‘pozisyon’lar. Karaktersiz olduklarını veya karakterlerinin bilgili olamayacaklarını söylemek ise, onlardan çok porno endüstrisinde çalışanları eleştirmek anlamına geliyor.

 

Sonra, yer yer Dövüş Kulübü’nden aşina olduğumuz ‘kültür üzerine düşünme’ bölümleri var -adeta Walter Benjaminvari olmayı arzulayan fragmanlar bunlar. Porno endüstrisi ve porno filmlere kredi kartıyla para ödeyenler olmasa, internetin bugünkü kadar gelişmiş olmayacağını, yalnızca internetin değil, sinemanın da yaygınlığını ve maddi gücünü pornoya borçlu olduğunu öğreniyoruz mesela. Veya sarı saçlı şişme kadınların mucidinin Adolf Hitler olduğunu okuyoruz şaşkınlıkla, savaş sırasında askerlerin hastalık kapma riski olmadan boşalmalarını sağlayan mükemmel bir buluş. Bir yandan da Marilyn Monroe’nun giderek Cassie Wright’ınkinin bir yansıması ve gölgesine dönüşen varlığına tanıklık ediyoruz. Hollywood, porno endüstrisinden hiç de daha iyi davranmıyor kendi yıldızlarına.

 

Marquis de Sade, Pier Paolo Pasolini, Jean Genet veya Heredot, Ölüm Pornosu’nu zevkle okurlardı kuşkusuz. Bu ticarileşmiş sadizmde, yalnızca tatmin olmak için yaşayan bu erkek ve kadınlarda, bu yetimlerde, sokak çocuklarında, yaşantı üzerine, kökleri üzerine, cinsellik ve ölüm üzerine hiç bitmeyen biçimde düşünen bu pornocularda, bugünün tarihinin gerçek öznelerini, yer yer kendimizi, yer yer ötekileri görüyoruz ve gördüğümüzü hemen tanıyoruz. Palahniuk’un en büyük başarısı da burada herhalde: Bütünüyle yapay olan bu aleme; İkinci Dünya Savaşı’na, kedilerin gizli hayatına, işgal altındaki İstanbul’a veya takıntılı aşk ilişkilerine olduğundan çok daha fazla aşinayız, biz. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.